NİÇİN ENNEAGRAM, NASIL ENNEGRAM

Enneagram Türkiye’de sanırım milenyum başında gündem olabilmiş bir konu. Türkiye’de çeşitli kişiler Enneagram üzerine çalışmalar yapsa da bilimsel çalışmalar çok genç diyebiliriz. Enneagram üzerine yapılan çalışmalarda en önemli tartışmalardan birisi açıklanan yapıların kişilik mi mizaç mı olduğu üzerinedir. Aşağıda niçin Enneagram kullanmamız gerektiğine dair ve Enneagram kişiliğimizi oluşturan yapıların mizaç olduğuna dair Don Richard Riso Ve Russ Hudson’un “Enneagram ile Kişilik Analizi” isimli Türkçeye çevrilmiş kitabından bölümler aldım. Metinlere hiçbir şekilde müdahale etmedim. Zira bu konuda literatürü incelemeden Enneagram yapılarındaki mizacı ilk bulanın kendileri olduğunu ilan edenler var. Enneagram 3000 yıllık sözlü gelenekle gelen ve 1900’lü yıllarda batıda bir kişilik modellemesi olarak ele alınan bir disiplindir. Enneagrama göre kişiliğimizi oluşturan en önemli yapı kalıtsal olarak bünyemizde bulunan mizacımızdır. Şüphesiz kişiliğimiz sadece mizaç tarafından etkilenmiyor, ancak kişiliğimizdeki en kararlı ve etkili yapı mizaçtır. Sizleri Riso ve Hudson’un kitabından alıntılarla başbaşa bırakıyorum (Dr. Abdurrahman Subaş):

ENNEAGRAMIN ÖNEMİ

Enneagramdan yararlanabilmek için bu sisteme ucu açık bir görüşle yaklaşmak gerekiyor. Sistemin yardımı ile kendimizi gözlemlemeye başladığımız zaman nasıl ve neden kendimizden kaçtığımızı göreceğiz. Bu arada bizi rahatsız eden veya kendimiz hakkında oluşturduğumuz imaja uymayan şeyler keşfedebiliriz.

Önemli olan kendimizi yargılamamamız ve suçlamamamızdır. Tarzımızı inceledikçe kişiliğimizin çok küçük yaşlarda savunma amacı ile oluştuğunu anlayacağız. Uzun yıllardır bu kişilik özellikleri ile yaşıyoruz ve belki de artık bazılarına ihtiyacımız yok. Eski alışkanlıkları terk edip Enneagramın işaret ettiği sağlıklı seviyelere çıkabiliriz. Bu çalışmada üç aşama söz konusudur. İlkönce, davranışlarımızı nesnel (tarafsız) bir şekilde görebilmek için kendimizi gözlemlemeyi, İkincisi, davranışlarımızın arkasında yatan güdüleri bilebilmek için kendimizi anlamayı, üçüncüsü, dönüşüm sürecini kolaylaştırmak ve derinleştirmek için farkındalığı ve var olmayı öğrenmeliyiz. Kendimizi gözlemleyerek ve anlayarak bir miktar anlayış kazanabiliriz, ama dönüşümü yaratabilmek için var olmak ve farkında olmak gereklidir. Kendimizi tam anlamıyla ortaya koyma yeteneğini geliştirmedikçe yaşamımızın dönüşüm anlarının etkisi sınırlı olacaktır.

Enneagram yalnızca kendimizi anlamak ve dönüştürmek için değil, aynı zamanda başkalarını da anlamak içindir. Enneagram ile diğer insanların düşüncelerine, korku ve arzularına, değerlerine, güçlü ve zayıf yönlerine erişebilir ve onları şefkatle kucaklayabiliriz.

Kısacası, kendimizinkinden değişik bakış açılarını takdir etmemiz kolaylaşır. Başkalarını derinliğine anladığımız zaman yalnızca onların iyi yönlerini takdir etmiyoruz, aynı zamanda onların beğenmediğimiz yönlerine de nesnel bir şekilde bakabiliyoruz.

Aslında Enneagram ilişkilerde çok önemlidir. Başkalarının çeşitli koşullarda nasıl tepki verdiğini, nelerin onları motive ettiğini, ne kadar samimi veya içten veya dürüst olabileceklerini bilmeden yaşamımızı sürdüremeyiz.  bilinçli olmasa bile ilişkilerimizde bir çeşit “ kişilik kuramı” kullanmaktayız. O zaman bu kuramımızın kapsamını ve hassaslığını kontrol etmekte yarar vardır.

Benliğimizden ve iç çatışmalarımızdan- içimizdeki karanlıktan ve korkudan- kurtuldukça ışığa doğru yol alacak, özgürleşecek ve yeni yetiler oluşturacağız. Güce güç, erdeme erdem ekleyerek ve her yeni yeti ile özümüze, olmamız gereken kişiliğe ulaşacağız. Sonunda, Enneagramı ne denli doğru anlar ve ne denli yerinde kullanırsak ondan o kadar yararlanabiliriz. Bu sistemde sonsuz anlayış ve büyük zenginlikler bulacağımıza emin olabiliriz.

Tarzımızı tanıdıkça ve onun çalışmasını izledikçe kişiliğimizin saklı kalan özellikleri belirginleşir ve gevşemeye başlar. Kendimize daha geniş bir açıdan bakmaya başladığımız için hareket edebileceğimiz ruhsal alan da genişlemiştir. Enneagramın ana unsurlarından biri, kişiliğimizin bizi aldatan yönlerine gözümüzü açmasıdır. Olasılıklar, gereksiz ve kendini yaralayıcı davranışlar ve tepkiler öne çıkar. Tarzımızın hem olumlu hem de olumsuz yönleri vardır; bunları yüceltmenin veya ayıplamanın ya da başkalarının yargılamak için kullanmanın hiçbir yararı yoktur.

Kişiliğimizin yapısı aynı zamanda, gerçek doğamızın önündeki ana engelleri bize gösterir. Bu yüzden Enneagram doğru algılandığında ruhsal ve tinsel gelişme için olağanüstü bir yöntemdir: Çok daha canlı bir yaşam sürdürmemizi önleyen bilinçdışı yönlerimizi ortaya çıkarır. Mutluluğa erişmenin önündeki engelin kişiliğimize olan sıkı bağlılık olduğunu gösterir.

Kabul edilmesi zor olabilir ama kişilik, yani benlik ve onun yapısı yapay bir oluşumdur. Gerçek gibi gözükmesinin tek nedeni, onun bizim için tek gerçek olmasıdır. Şimdiye dek kişiliğimiz ile özdeşleşerek yaşadık. Kişiliğimiz bizim için, yaşamda yol almamızı sağlayan çok yararlı ve değerli bir arkadaştı.

Anlayışımız derinleştikçe bu sefer başka şeylerin farkına varmaya başlarız: Kişiliğimizin aslında geçmişten ve özellikle çocukluğumuzdan gelen alışkanlıklar, derinlemesine yerleşmiş inançlar, savunma işleyişleri ve tepkiler birikimi olduğunu göreceğiz. Kısacası, kişiliğimiz geçmişin bir işleyişidir, bize bugüne kadar yardım etmiş ama artık sınırlamaları ortaya çıkmış bir işleyiş. Her birimiz kimlik yanılsaması içindeyiz, Öz Doğasını unutmuş ve kişiliği ile özdeşleşmiş bireyleriz. Kişiliğin savunmalarını ve onun sakladığı incinebilirlikleri keşfetmeliyiz. Böylece Temel doğamızı, tinsel özümüzü, yeniden yaşayabilir ve gerçek kimliğimizi tanıyabiliriz.

Dikkatimizi var olana yönelttiğimiz zaman anın duyularının ve izlenimlerinin farkında oluruz. Ve çok ilginç şeyler olmaya başlar. Yaşanan ana dönüş, farkındalığımızın artmasına neden olur. Kişiliğimizin dar kaygılarının ötesine geçer, doğamızın varlığını bile bilmediğimiz yönleri ile yeniden bağlantı kurarız.

Bir, kişiliğimizin ötesinde bireyleriz. Gerçek Nefsimiz ve kişiliğimiz aynı şeyler değil. Yaşanan anda var olmanın niteliği bu ikisi arasındaki dengeyi sağlıyor ve gerçek doğamızın özelliklerini kucaklamamıza olanak tanıyor. Kişilik otomatik bir olgu: Aynı sorunları yaratmayı sürdürüyor. Ama farkındalık arttıkça otomatikleşme azalıyor. Kişiliğimizin işleyişinin farkına varırsak otomatik olayları önlemiş oluyoruz.

Enneagram gerçek kimliğimizi ortaya çıkararak içimizdeki soyluluğu ve tinsel gizilliği (potansiyeli) görmemizi sağlıyor. Kişiliğimizin yüzeysel ve otomatik yönü ile Özümüzün, yani Gerçek Nefsimizin, zenginlikleri arasında ayırım yapmamıza olanak tanıyor.

TARZIN KÖKENLERİ: MİZAÇ

İnsanın kişilik tarzının nasıl oluştuğu bilinmiyor. Kalıtımın ve erken çocukluk zamanlarında anne baba ile (veya diğer önemli kişilerle) olan ilişkilerin en önemli iki etken olduğu varsayılmaktadır; buna rağmen bu iki unsurun çok karmaşık olduğu ve bilim tarafından tam anlamıyla anlaşılmadığı da açıktır. Kalıtım bize temel bir mizaç veriyor; anne babalarımızla olan ilk ilişkiler ise bu mizaç eğilimini belirginleştiriyor ve yaşama hazırlanırken ne denli sağlıklı olacağımızı etkiliyor. Doğal olarak tarzı etkileyen daha birçok öğe var ama konumuz ile ilintili olmadığı için pratik açıdan bunlara burada yer vermeyeceğiz. Her insanın bir temel kişilik tarzı vardır; bu tarz nefsi ve başkalarını anlamada kullanacağımız bir anahtardır.

Çoğu Enneagram öğreticisi tarzın kökeninin bilinmediğini kabul eder. Tarzımızın kısmen kalıtımsal, kısmen doğumdan önce gelme, kısmen ise öğrenilmiş, koşullanmış olduğu açık gibidir. Kişiliğimizin hepsi değil ama bir kısmı doğumla oluşmaktadır. Anne babalık bu konuda önemli bir yer tutmaktadır ama kanımıza göre, bir çocuğun hangi tarz olacağı anne babalık ile saptanmıyor.

Anne babanın kişilik tarzları kesinlikle çocuğun kişilik tarzını “yaratmıyor.” Eğer kalıtım kendi başına tarzı saptıyor olsaydı bir anne babadan doğma tüm çocukların aynı kişilik tarzına sahip olmaları gerekirdi veya bu anne babadan daha çok bazı tarzlarda çocuklar doğuyor olurdu. Anne babanın tarzlarına bakarak çocuğun tarzını tahmin etmeyi olanaksız kılan bir kalıtım değneği var gibi gözüküyor. Neyse ki Enneagram bilgisini veya herhangi bir tipolojiyi veya yöntemi temel alarak izleyen nesilleri saptamak için bir “ tarz mühendisliği” söz konusu değildir.

Tarzın gelişmesine yol açan içsel ve kalıtımsal yapılara kişinin mizacı deniyor. Diğer bir deyişle, ailemize belirli bazı kartlar dağıtılmış olarak geliriz ve bu temel taşları en iyi şekilde kullanma yollarını bulmalıyız. Tabii ki mizacımızı biz bilinçli olarak seçemiyoruz, anne babamızın da bu konuda bilinçli veya bilinçsiz bir seçimi söz konusu değil. Kişilik tarzımız ile ilgili bilinçli seçimlerimiz daha sonra gelişmemiz sırasında ortaya çıkıyor ve kimliğimizin, özellikle belirli hislere ve özelliklere izin veren veya onları engelleyen “ nefis algılamamızın” oluşmasını sağlıyor.

Mizaç, yaşamın ilk evrelerinde kendini genellikle üç şekilde gösterir; bilim insanları mizaç tarzlarını “ yüksek seviyede tepki verenler,” “ düşük seviyede tepki verenler” ve “ ara seviyede tepki verenler” olarak ayırır. Enneagramda bu üç grup Hornevian Gruplara karşılıktır- yüksek seviyede tepki verenler agresifler (girişkenler), düşük seviyede tepki verenler içine kapanıklar, ara seviyede tepki verenler ise boyun eğenlerdir. Örneğin, Sekiz’ler, Yedi’ler ve Üç’ler açıkça bol miktarda enerjiye sahip, dünyada olup bitene hevesli- ve bazen hiperaktif (aşırı hareketli)- yüksek seviyede tepki veren bireylerdir.

Mizaç konusu çocuk gelişiminin başka bir sorununa da ışık tutmaktadır:

Çocuğun mizacı ile anne babanın mizacı arasındaki uyum. Yüksek seviyede tepki veren bir çocuk, düşük seviyede tepki veren veya enerjilerini kısıtlayacak şekilde bir nevroza saplanmış ve dolayısıyla işlevselliğini yitirmiş anne babalar için zor bir durumdur. Tam tersi de doğru olabilir: Anne babalar yüksek seviyede, çocuk düşük seviyede tepki veren olabilir. Yinelemek gerekirse nesiller arası mizaç uyumu dikkate alınmazsa zorluklar çıkarabilir. Temel sorular şunlardır: “Anne baba ve çocuk arasındaki mizaç uyumu nedir? Çocuğun ihtiyaçları ile anne babanın ihtiyaçları ne denli uyuşuyor? Anne babanın çocuklarından beklentileri, çocuğun mizacı ile karşılaştırıldığında ne kadar gerçekçidir? ‘Kötü’ bir mizaç uyumu olduğu zaman çocuk nasıl onaylanacak ve yansıtılacak?”

Anne babalar tarzı veya mizacı saptamıyorlar ama çocuğun genel kişilik örüntüsünün belirginleşmesinde, özellikle bilinç ve kimliğin belirdiği gelişme seviyelerinin saptanmasında çok önemli bir rol oynuyorlar. Anne babalarımız tarzımızı saptamıyor olabilirler ama tarzımızın içinde ne denli sağlıklı olduğumuzu saptıyorlar.

Örneğin, işlevselliğini yitirmiş bir aileye doğmuş bir çocuk kendini savunmayı ve bu işlev bozukluğunun derecesine göre kimliğini oluşturmayı öğrenmek zorunda olacaktır. Yıkıcı, taciz eden, ihmalkâr anne babalar, çocuğun yapmak zorunda olduğu uyarlamaları tabii ki etkileyeceklerdir. Çocuğun Temel varlığı büsbütün içine kapanacak ve olağandan daha fazla savunulmak zorunda kalacaktır.

Çocuklar anne babaların işlev bozukluğunun derecesine göre kendilerini savunmak için “kapanırlar.” Bu kapanma derecesi çocuğun içinde bulunduğu Gelişme Seviyesinden anlaşılır. Böylelikle, aynı temel mizaca sahip iki çocuk, ailelerinin sağlık seviyelerine göre değişik Gelişme Seviyelerinde yer alırlar. Daha işlevsel olan ailenin çocuğu daha üst Seviyede olacaktır.

Enneagram üzerindeki çalışmalarımız böylelikle, anne babalığın (ve sağlık, eğitim, kaynak geçerliliği gibi diğer çevre unsurlarının) niteliğinin çocuğun işlevsellik seviyesi üzerinde muazzam etkisi olduğu gözlemini doğrulamaktadır. Kişinin tarzının, çocukken tabi olduğu anne babalık niteliği ile hiçbir bağlantısı yoktur.

Öte yandan Gelişme Seviyelerini inceleyerek bir çocuğun, ailenin durumuna kendini uyarlayabilmesi ve ailede güvenli bir yer edinmesi için ne denli savunmaya ihtiyacı olduğunu görür ve dolayısıyla ailenin işlev bozukluğunun derecesini anlayabiliriz.

Not: Metin, Don Richard Riso ve Russ Hudson’un “Enneagram ile Kişilik Analizi” kitabından alıntıdır.

Enneagram Tiplerinin Benlik Yapısı

Öncelikle şunu belirteyim ki, Enneagram’ın insana ve kişiliğe yaklaşımı çağdaş psikolojiden biraz farklıdır. Enneagram insanı psikolojik temelli değil, ontolojik, ahlaki ve potansiyel olarak ele alır. İnsanı ortaya çıkmış tutum ve davranışlarıyla değil, potansiyeli ile inceler. İnsanın önce bütünsel potansiyelini, sonra bölünmüş merkezlerin potansiyelini en son olarak da tiplerin potansiyellerini açıklar. Enneagrama göre potansiyellerin hepsi birden ortaya çıkmaz, yaşam içerisindeki dışsal koşullara bağlı olarak ortaya çıkar. Bazı potansiyellerin ortaya çıkması 40’lı, 50’li yaşları bulabilir.

Enneagram insan ve evreni ayırmaz, evrensel varoluş ve hareket dinamikleri ile insanın varoluşsal ve eylemsel dinamiklerinin aynı olduğu ve evrenle insanın bütünlük içinde hareket ettiği savını savunur. Bu nedenle Enneagramla ilgili yaklaşımları psikolojik terminoloji ile değil, Enneagramın kendi terminolojisi ile ifade etmeyi tercih ediyoruz.

Enneagrama göre insan, ikinci bilinç düzeyine düştüğünde (egoist benlik), evrenden ve ötekilerden ayrı bir varoluş, değer ve anlam yaratmaya çalışır. Bu ayrışma onun yeni bir kişilik, benlik ve varoluş mücadelesi yüklenmesiyle devam eder.

Enneagrama göre benlik, “ben” ve “ötekiler” ayrışmasını benimsemiş, ancak dualite (iki üçlü kıyasllama) ile yorumlama yapabilen, düşük dikkat düzeyinde üretilen algı ve  tutumlar bütünüdür. Mutlak surette kendini “ötekilere göre” kıyaslama ve konumlandırma vardır.

Benlik algılaması, ötekilere göre “benim varlığım, benim değerim ve benim anlamım” “nasıldır” “nasıl olmalıdır” “nasıl sağlarım” sorularının peşine düşmüş bilişsel örüntülerden oluşur. Bu sorulara gündelik yaşamdaki algıların yorumlanmasıyla verilen cevaplar tiplerin tutumlarına ve duygulanımına kaynaklık eder.

Enneagram açısından tiplerin benlik yorumları, ikinci dikkat-bilinç düzeyinde üretilen, bilinçten mahrum mekanik bir yapıya sahip ve dürtüseldir. Benlik algısı üreten bilinç düzeyinden ayrılmadıkça, benlik algımız bizi ele geçiriyor, bireyliğimiz silikleşiyor, kişiliğimiz aktif oluyor. Kişilik (persona), ötekilere gösterdiğimiz yüzümüzdür. Kişilik, ötekinin görmek istediği bir imaj ürettiği için, “başkalarının arzularının nesnesi” (Agah Aydın) olma halidir.

Birey ile kişilik arasındaki en önemli farklılık bireyin varlık, değer ve anlamını içinde aramasına karşılık, kişiliğin bunları dışarıda aramasıdır. Bu nedenledir ki egodan ayrılıp birey olma yolculuğu olarak aydınlanma; varlık, değer ve anlamını içsel olarak keşfetme ve hissetme sürecidir.

Enneagram tiplerinin temel benlik görünümü, benlik yapısı, benlik algısı ve ötekiler algısı şu şekildedir:


1. Mükemmeliyetçi: Eleştirel benlik. Ben mükemmelim, ötekiler kusurlu.


2. İlgici: Saklanmış Benlik. Ben yardımseverim, ötekiler muhtaç.


3. İmajcı: Yapmacık benlik. Ben imrenilenim, ötekiler silik.


4. Farklılıkçı: Bireyci benlik. Ben özelim, ötekiler sıradan.


5. Gözlemci: Geri çekilmiş benlik. Ben uzmanım, ötekileri tanımalıyım.


6. Kuşkucu: Kuşkulu benlik. Ben sadığım, ötekiler güvenilmez.


7. Maceracı: Bencil benlik. Ben eğlenceliğim, ötekiler sıkıcı.


8. Karizmacı: Öne çıkarılmış benlik. Ben güçlüğüm, ötekiler zayıf.


9. Uzlaşmacı: Sindirilmiş benlik. Ben barışçılım, ötekiler de insan. 

Dr. Abdurrahman Subaş

Eğitim ve Yönetim Bilimci

16.03.2019

Örgütsel Yaratıcılar Olarak Izdırap ve Cazibe

Yirmibirinci yüzyıl insanı, insaniliği ihmal edilmiş yüksek dozda inovasyonun ürettiği yeni problemlerle ve yeni ihtiyaçlarla karşı karşıya kalmaktadır. Yeni ihtiyaçlar ve yeni problemler için yeni bir inovasyon anlayışına ihtiyaç vardır. Klasik entellektüeller çözüm için sadece bilgiyi adres gösterseler de iş ondan ibaret değildir. İnovasyon için bilgi gereklidir ancak yeterli değildir, önce ilham gerekir.

İlham ve yaratıcılık bilgiden gelmez, ancak geldiğinde bilgiyle şekillenir. Karıştırmamak lazım. İlhamın ve yaratıcılığın kaynağı bilişsel, duygusal ve eylemsel dinginlik, onu bir forma sokansa bilgi ve kavramsal zenginliğimizdir.

Ancak sıradanlığı kabul edenlerde bilişsel, duygusal ve eylemsel dinginlik oluşabilir. İlham birçok kez birçok kişiye gelebilir, ancak uyanık bir bilinç bunu görebilir ve gelen hediyeyi kabul edebilir. Dinginlik, ilham ve yaratıcılığın alıcısıdır. Dinginlik olmadığında dikkat dağıtıcılar geleni görmemizi, kabul etmemizi ve eyleme dönüştürmemizi engelleyebilir.  

İlham ya da yaratıcı düşünce enerjisinden mahrum olarak kullanılan bilgi taklidi fikirler, taklidi çözümler ortaya çıkarır. Yaratıcı düşünce enerjisi, bizde ızdırap ve cazibe oluşturan koşullar tarafından tetiklenir.

Rahatsız eden koşullardan ayrılma isteğini (ızdırap), gitmek istediğimiz yer ise cazibeyi (coşkuyu) oluşturur. Bu ikisi tezahür ettiğinde yaratıcı düşünce ortaya çıkar.

Yaptığınız işlere motive olmak istiyorsanız paydaşlarınızın memnuniyetini dinleyin.  Örgütsel yaratıcılığı (inovasyon) harekete geçirmek istiyorsanız paydaşlarınızın şikayetlerini dinleyin, bu şikayetler can sıkıcıdır ama ızdırap ve cazibeyi kullanmanızın önünü açar. Hem motivasyon hem inovasyon istiyorsanız paydaşlarınızın memnuniyetini ve şikayetini dinleyin.

Yaratıcı düşünme enerjisinin hayat bulmasında kullanılan ağlar ne kadar çok olursa ortaya çıkacak inovasyonu o derece zenginleştirir. Bir kişinin sadece kendi bilişsel ağlarını kullanması ile 3 kişinin aralarında aynı konuyla ilgili ağ oluşturması arasında muhteşem farklılıklar vardır. Ne kadar çok kişi ağa duygusal olarak dahil edilirse sonuç o kadar kapsayıcı ve muhteşem olur. “Bir elin nesi var iki elin sesi var” her zaman devrededir.

Yaratıcı düşünce ortaya çıktığında onun yaşama geçirilmesi önce kavramlarla ifade edilmesiyle düşünsel formda (ağ kurup akletme) oluşur.

Düşünsel formun hayat bulması ise olanakları (kaynakları) kullanarak eylemde bulunmakla (çaba) mümkün olur.

Sürecin sonunda problem çözülmüş, inovasyon kullanılır hale gelmiştir. Görselde de ifade edilen yaratıcı düşünme ya da inovasyon sürecini şöyle özetleyebiliriz:

Yaratıcı düşünmenin zemininde (iklim) duygusal, zihinsel ve eylemsel dinginlik vardır. İnovasyon sürecini sürdürmek için ihtiyacımız olanlarsa duygusal zeka, niyet duruluğu, odaklanma, işbirliği, çaba ve sebattır. İnovasyonun zemini ve yol ihtiyaçları anahtar hükmündedir. İnovasyonun gelişim süreci ise şu şekildedir:

Izdırap: Koşullardan rahatsızlık ve ayrılma duygusunun yükselmesi.

Cazibe: Ulaşılmak istenen yere ulaşma duygusunun ortaya çıkması.

İlham: Gelen yüksek enerjinin kabulü, çözüm fikrinin parlaması ve fikrin kavramsallaştırılmasıdır.

Akletme: Düşünme, ağ kurma, istişare ve bilgiyle planlamadır.

Eylem: Plan için eyleme geçme, eylemi sürdürme ve süreci tamamlamadır.

İnovasyon: Süreç sonunda ortaya çıkan, arzedilip kullanılabilir hale gelmiş ürün ve ya hizmetlerden oluşan çözümlerdir.

Izdırabınız, cazibeniz ve inovasyonunuz bol olsun.

Dr. Abdurrahman Subaş

Eğitim ve Yönetim Bilimci

15.03.2019

“Nasıl Ne Ara Bu Hale Geldik?” El cevap:

Son yıllarda giderek artan vicdan sızlatıcı gelişmelerden sonra bu soruyla çok karşılaşıyoruz. Bir klişe olsa da bir sorgulamanın başlaması için iyi bir muhteva doğuracak potansiyelde bir soru. Bu gün sosyal medyada birisi, engelli yürüme şeritlerinin üzerine park edilmiş araçlar yüzünden şeridi bulmak için meydanı turlayan görme engelli vatandaşın görüntüsünü paylaşmış ve bu soruyu sormuştu:

“Nasıl Ne Ara Bu Hale Geldik?”

İçimizi burkan her olaydan sonra ortaya çıkan bu soruya içsel cevaplarımı sizinle paylaşmak istiyorum.

 Soruya cevap vermeden önce kısa bir açıklama yapmama müsaade edin: Bu yazıda her hangi bir örnek verip örnek üzerinden herhangi bir topluluğu rencide etmemeye niyet ettim. Çünkü rencide ettiğimize zarar veririz. Oysa daha çok insana ulaşmaya, daha çok insanı uyandırmaya ihtiyacımız var. Ancak böyle çıkarız bu halin içinden. Zira,“yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz ve dahası umutsuz insanlara öğretmemiz gerekiyordu” diyor ya hani Viktor E. Frankl, bu sebeple ümit kesici ve kınayıcı olmaya hakkımız olmadığını düşünüyorum. Milletçe hepimizin umuda ihtiyacı var. Ve umut şefkatle yeşeren bir nüvedir. Neticede “utancını kınadığın bir insanın umudu olamazsın” (Fırat Tanış).

İnsanın dünya deneyimi, ipte yürüyüş yapan akrobatın (cambaz)  gösterisine benzer. Akrobat dengeyi kaybederse çakılıp parçalanır. İpten karşıya doğru geçmek isteyen akrobat iki şeye dikkat etmelidir. Birincisi kendini emniyet kemeri ile yürüyeceği ipe bağlamalıdır ki düştüğünde yere çakılmasın, asılı kalıp yoluna yeniden devam edebilsin. İkincisi ise ya bir denge çubuğu almalıdır eline ya da kollarını denge çubuğu gibi kullanmalıdır. Bu iki şeyi yapmadan ipten karşıya geçmeye çalışmak yere çakılmaktan korkmayacak kadar büyük bir cahil cesareti ister.

Yaşam o kadar ince bir hat üzerinde ilerliyor ki biz kendi başımıza dengede duramayız, sendeleriz, düşeriz, dağılırız. Gurdjieff, “insan başaramaz” derken bu acziyetimize işaret etmektedir.

Yaşam yolculuğunda dengede durabilmemiz için sarsılmaz bir dayanağa (ipe)  sıkıca tutunmamız gerekir ve bu bizim irademize verilmiştir. Buradaki irademiz denge çubuğu edinmemiz ve emniyet kemeri kullanmamızdan ibarettir.

Bu denge ipine siz kendi inanç ve felsefenizde bir isim bulabilir ve yazının devamını inancınıza uygun imajine ederek devam edebilirsiniz.

Bu ip, kozmik düzen, bağlantısal bütünlük ya da ilahi nizam diye isimlendirmeler yaptığımız kainatın (Laniakea) şuurudur.  Evet, Laniakea’nın bağlantısal bir şuuru vardır. Sistem herkesi denetler. Herkese niyeti, eylemi, ihtiyacı ve çabasına göre cevap verir.  

Bu şuura bağlanırsak dengede kalabiliriz. Bu şuurdan ayrılır, kendi bildiğimizi okursak (ego) emniyet kemeri ve denge çubuğu kullanmayan akrobata benzeriz.

Bu şuura nasıl bağlanabilir, nasıl bağlantılı olabiliriz?

Bu şuura bizi bağlayacak temel disiplinler var. Bu temel disiplinlerden bildiklerimin hepsine değil, en temel olanlarına değinmek istiyorum.

Bizi dengede tutacak yol azıkları samimiyet, hakkaniyet, adalet, birlik (kardeşlik), emanet, temizlik, şefkat, sevgi, ihsan (iyilik) ve sorumluluktur (çaba).  

Bu temel disiplinler, bizim kozmik şuur ipine tutunmamızı sağlayan emniyet kemerleridir. Bunları terk ettiğimizde, egolarımızla başbaşa kalır, kendimizi boşluğa bırakmış oluruz.

Bu ipten tutunma bizi karşıya geçirir ve bunun adı İslamda hidayet, Hint inançlarında Nirvana, klasik batı felsefesinde aydınlanmadır. Her üç yaklaşımda da ipten tutunma bizim irademize bağlı ancak yolu tamamlama İlahi Kudretin lütfuna tevdi edilmiştir.

“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın…” (Ali İmran Suresi, 103)

İpten tutunmaya hep birlikte parçalanmadan yönelme nasihat ediliyor. Demek ki bireysel olarak tutunmak diye bir şey yok, başkalarını da tutunması için gönüllü eylemlerimiz olmalı. “Başkaları için yaktığın ateş, senin de yolunu aydınlatır” (Budha).

Şimdi baştaki soruyu tekrar hatırlayalım:

“Nasıl Ne Ara Bu Hale Geldik?”

Evet, bu ipleri tek tek bıraktık. Bu iplerden tutunmanın bize yük olduğunu, bizi sınırlandırdığını sandık ve aldandık. “Ötekinin yangınında ısınıp”, “bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın”ın konforuna kapıldık. Hakkaniyeti ucuz menfaatlerimize ve dar görüşlerimize kurban verdik. Ve şimdi ipin üstünde miyiz, yoksa boşluğa çoktan düştük mü bilemiyorum. Ancak bu satırları yazmamın gerekçesi olan bir inancım var:

“Belki iplerden bir tanesini henüz bırakmamış olabilir, ona tutunarak diğerlerini de yakalamayı başarabiliriz.”

Bunun için Frankl’ın, “yaşamın bizden ne beklediği” sorusuna yeniden dönmek ve odaklanmamız lazım.

Gerçi biz her şeyin doğrusunu biliyor, doğru yolda ilerlediğimizi varsayıyorduk. Oysa Matrix repliğinde bize, “yolu bilmek ayrı yolda yürümek ayrı” diye hatırlatma yapılıyordu. Biz yolu bulmuş yolculuğu ihmal etmiştik. “Hakikatler aranırken yollar bulunur. Fakat aranılması gereken şey yollar değil hakikattir.” (Dr. Bedri Ruhselman). Yola aldanıp hakikat arayışımızı sonlandırınca hakkaniyet ipine sarılmayı da terk ettik. Oysa biz hakkaniyete sarıldığımız sürece ipe bağlı kalabilirdik. Ama “yolunu bulma”nın cazibesi reddedilemez görkemdeydi…

Hakkaniyetten ayrılanların kaçınılmaz olarak tutunmayı bırakacağı ikinci ip adalettir. Normal zamanlarda, bireysel olarak hakkaniyetten ayrılsak da devletin hukuk sistemi adaleti tesis edebilir. Neticede “Devletin dini adalettir” (Hz. Ali) ve devlet bireyin hakkaniyetsizliğini telafi eder. Ama adalet ipini bırakanlar olarak o kadar çok kalabalıktık ve o kadar aç gözlü işler yaptık ki devletin adaletini isteyemez hale geldik. Zira adalet gelirse menfaatlerimiz zedelenebilir, hesap sorulanlardan biri de kendimiz olabilirdik.

Yaşamın bizden beklediği sorumluluğu unutup, yaşamdan bir şey elde etme hırsına büründüğümüzde, adalet gider yerini acımasız bir rekabet alır. Adaletsiz rekabet can yakar, kan döker, bireye ve topluma ağır maliyetler yükler. Böyle bir rekabet ortamında kaybedeceğimiz üçüncü ip, birliktir. Adaleti ve birliği bozulmuş rekabet içindeki toplumlarda canların yanması maalesef sadece bir sonuçtur.   Ve bu sonuçla yüzleşenlere son bir çağrı daha var:

“Canı yanan sabretsin. Can yakan, canının yanacağı günü beklesin.” (Hz. Muhammed)

“Nasıl Ne Ara Bu Hale Geldik?”

Asırlar öncesinden gelen “talep ettiğine dikkat et zamanla ona dönüşürsün” diyen Mevlana’nın ve “insanın değeri aradığı şeydir” diyen Platon’un mesajlarına kulak tıkadık, menfaat arzuladık ve birileri için menfaat nesnesi olduk, şimdi de menfaatlerimiz gibi değersiz olduk.  

Buzdağının görünen kısmından yeterince ıstırap çekip kurtuluş arayanlara selam olsun. Yol emniyetinin güvencesi olan yukarıda sayılı emniyet kemerlerinizden elinizde kalanlara sıkı tutunun, mümkünse bir kemer daha bağlayın…

Yolun biri kapanırsa yol bulunur, yeter ki aranan hakikat olsun. “Hakikat aramakla bulunmaz ama bulanlar ancak arayanlardır” (Beyazıd-ı Bestâmi). Arayanların yolu açık olsun.

El cevap: Şahsi menfaatlerimiz, bizi meşhur hikayedeki haşlanmış kurbağa gibi önce mayıştırdı, sonra duyarsızlaştırdı, sonra da içimizdeki insanı öldürdü…

Dr. Abdurrahman SUBAŞ

Eğitim ve Yönetim Bilimci

13.03.2019

FARKINDALIĞI KABULLENİŞİN BİLİNCİ

“Dikkat dağıtıcılara rağmen yaptığı işe odaklanan insanlar sezgilerini keskinleştirir, irade güçlerini geliştirir, dayanıklılık seviyelerini artırır.” Daniel Goleman


İnsan beyni muhteşem bir kapasiteye sahiptir. Ancak bu kapasitenin kullanımı konusunda sorunlar yaşamaktayız. Eğitimde, yönetimde, işte, ailede ve sosyal yaşamda çeşitli sorunlar yaşamakta, bu sorunlar karşısında çözüm üretemeyip çıkış yolu bulamadığımızda çaresiz ve yetersizlik duygularıyla baş başa kalmaktayız.

Şunu özellikle belirtmeliyim ki, bireyin karşısına çıkan her problem çözümü ile birlikte gelir. Ancak biz geleni daha anlamadan çözüm üretme, problemden kurtulma, ya da problemi görmezden gelme tutumlarına o kadar çok alışkınız ki karşılaştığımız problemlere çözüm üretecek kapasitemizin olduğunu çoğu zaman hatırlayamayız. Asıl problem de budur. Bunun nedeni bilişsel, duygusal ve eylemsel kapasitemizi gerçek zamanlı olarak kullanamamaktır.

Bilişsel potansiyelimiz gelecekle ilgili planlar ve kaygılarla, duygusal potansiyelimiz geçmiş hikayelerdeki bitmemiş işler ve arzularla, eylemsel potansiyelimiz ise yaşamdaki haz ve acı veren fenomenleri keşfedip çevremizi yaşanabilir bir yere çevirmek için elimizin uzandığı yere kadar kontrol altında tutmakla meşguldür. Bu içsel meşguliyetler bizim dikkat ve enerjimizi o kadar dağıtır ki, olay ve olguları gerçek zamanlı ve nesnel olarak algılamaya ve yorumlamaya mecalimiz kalmaz. Oysa problemlere şuurlu çözümler üretebilmek için gerekli olan şey yeterli içsel dinginlik ve yüksek konsantrasyondur.

Kapasitemizin tam olarak kullanılabilmesi duygusal, zihinsel ve içgüdüsel olarak yeterli dinginliğe ulaşmamızla mümkündür. Ancak yeterli dinginliğe ulaşabilirsek dikkat ve konsantrasyonumuzu gerçek zamanlı olarak kullanabiliriz. Dikkatimizi gerçek zamanlı olarak kullanmaya başladığımızda gerçekleri nesnel olarak algılar, yorumlama ihtiyacı hissetmez, gerçekliği olduğu gibi kabul ederiz. Çözüm tam da bu noktada yüksek bir bilinçle kendiliğinden üretilir.

Gerçek zamanlı (an’da) farkındalık ve kabul içeren bilinçlilik hali, bizim duygusal zekamızı yükselttiği gibi, kaygı ve endişelerimizi de düşürmekte, içsel huzurumuza katkı yapmaktadır. Bu döngü beynin işlevsel potansiyelini yükseltmekte, daha yaratıcı, daha kapsayıcı, daha şefkatli ve ana özgü çözümler/tutumlar geliştirmemizi sağlamaktadır. Zira beynin yaratıcılığı kaygı ve endişeden uzak, gerçek sorumluluk taşıdığı zamanlarda ortaya çıkmaktadır. Sorumluluk,  karşılaştığımız olayları çarpıtmadan algılayacak farkındalık, gerçekliği olduğu gibi içselleştirecek kabul mekanizması ve kabul edilmiş gerçekliğe uygun çözüm üretecek bilişsel süreçleri kullanmayı kapsamaktadır. İlk ikisini yapmadan ortaya attığımız çözümler bize ya da başkalarına zarar verecek içeriktedir. Ancak ve ancak “farkındalık ve kabul”  bilinçli davranmamızı sağlar. O halde biraz bu sürecin içsel mekaniğine değinelim.

Ana özgü bilincin çalışması için bireyin 3 potansiyelinin de şimdi ve burada olması, birlikte çalışması ve endişeden uzak sükunet halinde olması gerekmektedir. Dikkat ve konsatrasyonumuz şimdi ve burada olduğunda, duygu merkezi kendimizin ve çevremizin farkındalığını onaylarken, içgüdü merkezimiz geleni olduğu gibi kabul etmekte ve zihin merkezimiz gelene uygun bilinç üretmektedir. Gelen gerçekliğe ilişkin farkındalık veya kabulümüzdeki eksiklik zihnimizin yanlış çıkarımlar ve kusurlu çözümler üretmesine sebep olmaktadır.

Gerçekliğe ilişkin farkındalığımız duygu merkezinin izin verdiği oranda gerçekleşmektedir. Duygu merkezi gerçekliği yalın olarak farketmemize onay vermek istemez. Zira gerçeklik bazen duygusal yükler getirir (üzüntü, keder, acı vb…).  Bu yükler duygusal gerilimlere kaynaklık edebilir. Bu nedenle duygu merkezi, gerçekliğe ilişkin somut farkındalığı her zaman onaylamaz. Algılananın sadece işine gelen kısımlarıyla ilgili farkındalık gelişmesine onay verir.

Öte yandan gerçekliği kabul etmek eylemsel sorumluluklar getirir.  Gerçekliği kabul etmek içgüdü merkezine eylemsel sorumluluklar yüklemektedir. Bu bazen istemediğimiz eylemler de olabilmektedir. Bazen kabul etmek paylaşmayı, vermeyi ve almayı gerektirir. Tüm bunlar konforlu alanın terkedilmesi ve denetimin askıya alınması demektir ki bu içgüdü merkezinde gerginlik yaratır.  Gerçekliği kabul etmenin eylemsel sorumluluklarını üstlenmek istemeyen içgüdü merkezi, gerçekliği almak istediği sorumluluklar kadar kabul etme eğilimindedir.

Gerçekliğin yalın olarak algılanması zihin merkezinde gelecekle ilgili kaygılar üretilmesine sebep olabilmektedir. Zira gelecek ne kadar net görünüyorsa zihin merkezi kendini o kadar büyük konfor ve güven içinde hissetmektedir. Bu konfor ve güven alanını terk etmek istemeyen zihin merkezi gerçekliğe uygun çözüm üretmek yerine alternatif gerçekler üretmeyi (imajinasyon) tercih eder.  

Tüm bu çalkantılı içsel süreçleri yaşamamızın sebebi dikkatimizi duygusal, zihinsel ya da içgüdüsel akıntılara teslim etmiş olmamızdan kaynaklanmaktadır.

Gerçek zamanlı dikkat ve konsatrasyonda duygu merkezi gerçekliği olduğu gibi fark etmektedir, içgüdü merkezi gerçekliği olduğu gibi kabul etmektedir, zihin merkezi ise farkındalığı onaylanmış ve kabul edilmiş gerçekliğe uygun şuur (bilinç/çözüm) üretmektedir.

Özetlersek gerçekliğe ilişkin gerçek zamanlı farkındalık ve kabulleniş bize bilinçli olmanın kapısını açar.  

Dikkat ve konsatrasyonunuzu gerçek zamanlı kullanma dileği ile sevgiyle kalın.

Dr. Abdurrahman Subaş

Eğitim ve Yönetim Bilimci

06.03.2019

Enneagram Tiplerinin Bilişsel Döngüleri

Enneagram tipleri bilinçli halleri dışında sürekli aynı döngü içerisindedirler. Bu döngüden çıkmak dikkatin yüksek olduğu bilinçli farkındalıkla mümkündür. Sağlıklı düzey döngüsü tiplerin gelişimine katkı yaparken, sağlıksız düzey döngüsü bireyin daha da çökmesine ve mizacının katılaşmasına sebep olur.

Tiplerin bu döngüleri mekaniktir. Gurdjieff öğretisinde insanın bilinç düzeyleri 4 basamaklı olarak ele alınmıştır. Bu döngü Gurdjieff öğretisindeki ikinci bilinç düzeyindeki mekanik işleyişe aittir. Bu mekaniklikten çıkış ancak dikkat ve bilincin üçüncü bilinç haline doğru yükselmesi ile mümkündür.

Mekanik insan “düzgün doğrusal hareket eden” eylemsiz insandır. Sürekli aynı döngü içinde hareket eder. Yeni bir algılama, tutum, duygulanım ve eylem tarzı geliştiremez. Bilişsel döngülere sahiptir ve bunun dışına çıkma ihtiyacı hissetmediği gibi, istese de göze alamaz.
Tip 1’ler yaptığı işi kusurlu yapmayı göze alamaz, alırsa rahatsız olur. Tip 2’ler ilgi göstermemeyi göze alamaz, alırsa huzursuz olur. Tip 3’ler en önde olmamayı göze alamaz, alırsa agresif olur. Tip 4’ler sıradan biri olmayı göze alamaz, alırsa depresif olur. Tip 5’ler özel yaşamlarından paylaşımı göze alamaz, alırsa huzursuz olur. Tip 6’lar bir problemle yaşamayı göze alamaz, alırsa agresif olur. Tip 7’ler uzun süre dikkatini bir şeye odaklanmayı göze alamaz, alırsa keyifsiz olur. Tip 8’ler arka planda kalmayı göze alamaz, alırsa öfkeli olur. Tip 9’lar sonucunu kestiremediği çatışmayı göze alamaz, alırsa huzursuz olur.
Tüm tiplerin mekanik döngünün dışına çıkabilmesi için ikinci bilinç düzeyinden daha yüksek bir bilinç taşıyor olması gerekir. Gündelik yaşamda mekanik döngüselinin dışına çıkmış insanlar, mutlaka yeni bir heyecanın ona kattığı enerji ile bilinç yükselmesi yaşamış, bu sayede yeni algılama biçimi ve yeni bir tutum geliştirme şeklini başlatmıştır.

Aşağıda tiplerin sağlıklı ve sağlıksız temel bilişsel ve duygusal döngüleri mevcuttur. İçerikte önce her tiple ilgili önce döngü türü, sonra döngüyü çalıştıran temel güdü veya kaygı, en son ise döngünün içeri bulunmaktadır.

Tip 1:

Temel arzu ile kontrol edilen sağlıklı döngü: Doğru olmak: Doğru olmalıyım/yapmalıyım > gerçeği araştırmak > doğruyum/doğruyu yapıyorum > doğru olmalıyım/yapmalıyım

Temel korku ile kontrol edilen sağlıksız döngü: Kınanmak:  Kınanma korkusu > başkalarını düzeltmeliyim > doğru olanı yapın > kınanma korkusu

Tip 2:

Temel arzu ile kontrol edilen sağlıklı döngü: Sevilmek: Sevilmeye ihtiyacım var > başkalarına yardım > seviliyorum > sevilmeye ihtiyacım var

Temel korku ile kontrol edilen sağlıksız döngü: Sevilmemek: Sevilmeme korkusu > başkalarına kızmak ve manipüle etmek > sevilmiyorum > sevilmeme korkusu

Tip 3:

Temel arzu ile kontrol edilen sağlıklı döngü: Takdir edilmek: Takdir edilmeliyim> kendini geliştirme > takdir ediliyorum > takdir edilmeliyim

Temel korku ile kontrol edilen sağlıksız döngü: Reddedilmek: Reddedilme korkusu > yarışma > beğenilmiyorum > reddedilme korkusu

Tip 4:

Temel arzu ile kontrol edilen sağlıklı döngü:    Kendini anlamak:    Kendini anlamalıyım > kendini incelemek > kendilerini anlamak > kendimi anlamalıyım

Temel korku ile kontrol edilen sağlıksız döngü:  Kusurlu olmak: Kusurlu olma korkusu > fantastik kurguya düşkünlük > kendini anlayamama > kusurlu olma korkusu

Tip 5:

Temel arzu ile kontrol edilen sağlıklı döngü: Dünyayı anlamak:  Dünyayı anlamalıyım > gözlemlemek> analiz etmek > dünyayı anlıyorum > dünyayı anlamalıyım

Temel korku ile kontrol edilen sağlıksız döngü: Dünyadan bunalmak: Dünyadan bunalmak > dünyadan kopmak > dünyayı anlayamamak > dünyadan bunalmak

Tip 6:

Temel arzu ile kontrol edilen sağlıklı döngü: Güvende Olmak: Güvende olmalıyız > sadakat> güvendeyiz > güvende olmalıyız

Temel korku ile kontrol edilen sağlıksız döngü: Terk edilmek: Terk edilme korkusu > başkalarına güvensizlik > güvensizim > terk edilme korkusu

Tip 7:

Temel arzu ile kontrol edilen sağlıklı döngü:     Mutlu Olmak:  Mutlu olmalıyım > deneyimlemek ve  şükran duymak> mutluyum > mutlu olmalıyım

Temel korku ile kontrol edilen sağlıksız döngü: Yoksun Olmak: Yoksunluk korkusu> yeni deneyimler bulmalıyım > mutsuzum > yoksunluk korkusu

Tip 8:

Temel arzu ile kontrol edilen sağlıklı döngü: Kendine güvenmek: Kendime güvenmeliyim > güçlü ve kararlı olmak > bağımsızım > kendime güvenmeliyim

Temel korku ile kontrol edilen sağlıksız döngü : Başkalarına bağlanmak: Başkalarına bağımlılık korkusu > başkalarını denetleme > denetleniyorum / bağımlıyım > başkalarına bağımlılık korkusu

Tip 9:

Temel arzu ile kontrol edilen sağlıklı döngü: Birlik ve Huzuru Bulmak:  Birlik olmalıyız > herkesi kabul etmek > doğru olanı yapmak > birlik olmalıyız

Temel korku ile kontrol edilen sağlıksız döngü: Çatışmak: Çatışma korkusu > birlik yanılsamaları > uzlaştırmalıyım/ birleştirmeliyim > çatışma korkusu

Dinamik Liderlerin Duygusal Potansiyelleri

Dinamik Liderlerin Duygusal Potansiyelleri

Dinamik Liderlik modelini ortaya çıkaran parametrelere göre, aşağıda anılan dokuz liderlik stili, enneagram kişilik tiplerin tarafından yüksek oranda yordanmaktadır. Bu nedenle Dinamik Liderlik yaklaşımında aşağıdaki liderlik stillerinin her birisi Enneagram kişilik tiplerinden birisinin doğal liderlik stili olarak ele alınmıştır. Daha önceki yayınlarımızda değindiğimiz gibi, araştırmamız sonucunda Mükemmeliyetçi (T1) kişilik tipler % 74 oranında Prensipli liderlik stiline, Yardımcı (T2) kişilik tipler % 68 oranında Hizmetkar liderlik stiline, Başaran (T3) kişilik tipler  % 55 oranında Girişimsel liderlik stiline, Özgün (T4) kişilik tipler % 62 oranında Dönüşümsel liderlik stiline, Gözlemci (T5)  kişilik tipler % 61 oranında Stratejik liderlik stiline, Sorgulayan (T6) kişilik tipler % 64 oranında Etkileşimsel liderlik stiline, Maceracı (T7)  kişilik tipler  % 65 oranında Vizyoner liderlik stiline, Reis (T8) kişilik tipler % 74 oranında Otoriter liderlik stiline ve Uzlaşmacı (T9) kişilik tipler  % 65 oranında Güçlendirici liderlik stiline eğilimli olduğunu tespit etmiştik.

Bundan dolayı dinamik liderlik stilleri ile ilgili yorumları yaparken enneagram kişilik tiplerinden bağımsız bir yorum geliştirmek bilimsel açıdan olanaklı değildir. Ancak şu sınırlılığı da bildirmekte yarar var. Örneğin bütün prensipli liderler enneagram 1 nolu kişilik tipinden değildir, ancak enneagram tip 1’lerin liderlikteki en önemli tutumu prensipliliktir. Bunu diğer tipler ve stiller için de aynı şekilde değerlendirebilirsiniz. Ya da diğer tiplerin prensip sahibi olmadıkları anlamı çıkarılmamalıdır. DLM liderlik stilleri, liderin en yoğun yaşadığı tutum kümesine göre çağdaş liderlik stillerine uygun olarak isimlendirilmiştir.

Liderlerin aşağıdaki liderlik stilini benimsemelerinde en önemli yordayıcı kişilikleridir. Şöyle ki, enneagram tiplerinden tip dörtlerin kişilikleri, mevcut düzeni sıradan, işlevsiz ve anlamsız bulur. Herkes için daha iyi sonuçlar üretecek sıradışı bir sistem arzusu taşırlar ve bunu tasarlarlar. Sıradan olanı sıkıcı bulup sıradışı olana duyulan yüksek arzu tip dörtleri doğal olarak liderlikte dönüşümcülüğe zorlar. Diğer tipler için de benzer dinamikler çalışmaktadır.

Aşağıda Dinamik Liderlik stillerinin duygusal yetkinliklerini ele aldım. Bu yetkinlikler kendi araştırmamda ve ABD’deki araştırmalarda ortaya çıkan ortak değerlendirmelerdir.

DLM 1: Prensipli liderler: Prensiplilerin genel anlamda her şeye karşı bir memnuniyetsizliği vardır, çünkü hiçbir şey mükemmel değildir ve bu da onlarda strese neden olur. Kişiliklerindeki tutumları liderlik süreçlerine de yansımıştır. Diğer insanların ve kendi duygularının bilincindedirler ama bunlarla başa çıkma kabiliyetleri sınırlıdır. Başarısızlıklar, genellikle onları durumu düzeltmek için daha çok gayret etmekten alıkoymaz. Diğer insanlarla bağlantı kurma yeteneği, güven düzeyleri ve merhamet düzeyleri de sınırlıdır. Onlara göre yaşam kaliteleri ortalamadır.

DLM 2: Hizmetkar liderler: Hizmetkarlar genel anlamda memnuniyetsizdirler çünkü insanlar onlardan çok fazla talepte bulunur.  İkiler özel yaşamlarındaki ilişki stillerini liderlik süreçlerine de yansıttığı için diğerlerinin ihtiyacını karşılamaya koşturmaktan yorulmuşlardır. Kendi ve başkalarının hislerinin bilincinde olma konusunda iyidirler. Diğer insanların duygularıyla iyi baş edebilirler. Başarısızlıklar onların motivasyonunu kırmaz. Diğer insanlarla kolay iletişim kurabilir, onlara güvenebilir ve şefkat gösterebilirler. Hayattan keyif alırlar.

DLM 3: Girişimci liderler:  Girişimcilerin dinlenmeksizin başarı için çabalamaları onların stresini arttırır. Lider üçler, kişiliklerinin etkisi ile tüm işleri bir an önce bitirme telaşı yaşarlar ve girişken tutum sergilerler. Kendi ve diğerlerinin duygularının bilincinde olmaları ve diğerlerinin duygularıyla başa çıkma kabiliyetleri çok sınırlıdır. Pek dirençli değillerdir. Diğer insanlarla iyi iletişim kurabilir ve onlara güvenebilirler ama merhamet eksiklikleri vardır. Hayatlarından memnun değillerdir.

DLM 4: Dönüşümsel liderler: Dönüşümcüler tüm liderler içinde en stresli olan tiplerdir. Çünkü hem dönüşüm için fikir üretmek, hem insanları fikirleri için ikna etmek, hem de kaynakları planlamak zorundadırlar. Kişiliklerindeki en uzakta olan (sıradışı) hedeflere odaklanma tutumları liderliklerine de yansımıştır. Kendi duygularının bilincinde olmaları, hislerini ifade etme kabiliyeti ve diğer insanların duygularıyla başa çıkma yetenekleri çok sınırlıdır. Uzun süre negatif duygular besleyebilirler. İnsanlarla kolay iletişim kuramazlar. İnsanlara güvenmek konusunda büyük zorluklar yaşarlar. Merhametlidirler. Mutluluk konusunda en memnuniyetsiz tiplerdir.

DLM 5: Stratejik liderler: Stratejistlerin stres düzeyleri ortalamadır. Çünkü kişiliklerinden gelen duygular yerine mantığını kullanma eğilimleri liderlik süreçlerinde onların daha az stres yaşamalarına katkı yapar. Kendi duygularının bilincinde olmaları, hislerini ifade etme kabiliyeti ve diğer insanların duygularıyla başa çıkma yetenekleri fazlasıyla sınırlıdır. Dirençlidirler. Güven ve merhamet düzeyleri çok düşüktür. Yaşam kalitelerinden memnun değillerdir.

DLM 6:Etkileşimsel liderler: Etkileşimciler korku ve endişelerinden ötürü çok streslidirler. Kişilik tiplerinden kaynaklanan güven arayışının doğurduğu kuşkuculuk liderlik tutumlarına da yansır. Her ne kadar başkalarının ve kendi duygularının bilincinde olsalar da, diğerlerinin duygularıyla baş etmekte çok zorluk yaşarlar. Başarısızlıklardan sonra toparlanmaları uzun zaman alır. Diğer insanlarla kolay bağlantı kuramazlar ve fazla güvenemezler. Buna karşın, bir şekilde hayattan memnun olduklarını düşünürler.

DLM 7: Vizyoner liderler: Vizyonerlerin pozitif bakış açıları stresten uzak kalmalarına yardımcı olur. Kişilik tiplerinden gelen eğlenceli ve heyecan verici fikirleri ile takipçilerini duygusal olarak etkileyerek hedefe odaklanmalarını sağlar. Kendilerinin ve başkalarının duygularının bilincindedirler ve diğer insanların duygularıyla baş etme konusunda uzmandırlar. Başarısızlıklardan sonra kolayca toparlanırlar. Diğer insanlarla iyi iletişim kurarlar, insanlara güvenirler ve merhametlidirler. Dokuz tip içinde en mutlu olanlar bunlardır.

DLM 8: Otoriter liderler: Otoriterler her şeyin idaresini üzerlerine alırlar ve işlerin kontrolünün ellerinden olmasından dolayı genelde fazla stresli olmazlar. Kişiliklerinden gelen gerçekçi ve iş bitirici tutumları, liderlik süreçlerinde kendilerinin ve takipçilerinin yoğun iş temposunda yorulmasına sebep olur. Kendi hislerinin asgari düzeyde bilincindedirler, diğer insanların duygularını fazla önemsemezler. Diğer insanların duygularıyla baş etme becerileri sınırlıdır. Başarısızlıklardan sonra kolayca toparlanırlar. Diğer insanlarla iyi iletişim kurarlar. Güven konusunda sınırlı kabiliyetleri vardır. Merhametlidirler. Hayatlarından memnundurlar.

DLM 9: Güçlendirici liderler: Güçlendiriciler tüm tipler içinde en stressiz olanlardır. Kişiliklerinde bulunan kayıtsızlık ve rahatlık, liderlik süreçlerinde stressiz, panik olmadan aheste davranmalarına sebep olur. Kendilerinin ve başkalarının duygularının farkındadırlar. Diğer insanların duygularıyla kolayca baş edebilirler. Başarısızlıklar karşısında kolayca sıkıntıya düşmezler. Aşırı merhametlidirler. Diğer insanlara çok fazla güvenirler. Genellikle mutludurlar.

Dr. Abdurrahman Subaş

Eğitim ve Yönetim Bilimci

07.01.2018

Başarı, Huzur, Sorumluluk

Başarı, Huzur, Sorumluluk

İnsan yaşamında iki amacı birbiriyle uyumlu yürüttüğü nispette sürdürülebilir içhuzuru ve başarı elde edebilir.

Birincisi ve büyük olanı, evrensel bütünlük şuuruyla bütün varlıklara karşı sorumluluklarını bilmek ve yerine getirmektir.  Bu şuur bencillikten arınma ve ötekilerin haklarına duyarlılık gösterme sorumluluğu doğurur.

İkincisi ise birinci amaç ile çelişkisiz olarak yerine getirmesi gereken, dahası birinci amacın ona yüklemiş olduğu bir sorumluluk olarak, kişisel ve profesyonel ihtiyaçlarını karşılamaktır.

İkinci amacın içine doldurulacak bir çok fenomen ve nesnenin (evlenme, üreme, barınma, beslenme, kariyer, imaj, güç, kazanç…) bireye kalıcı huzur getirmesi, bunları elde etmek için kullandığı yol ve yönteminin birinci amacın yüklediği sorumluluklar çerçevesinde olmasıyla mümkündür.

Bu bağlamda bilhassa profesyonel yaşamımızda sadece maaş, ödül ve kariyer gibi ikinci amaç kazanımları için değil aynı zamanda evrensel birlikteliğin sorumluluğu için de çalışmamız gerekmektedir. Ancak bu sadece çalışan için değil, çalıştıran (işveren) için de geçerlidir. Bu bilinç her iki kesim için de önemli sorumluluklar doğurmaktadır. Çalışanlarının hak ettiği ücreti belirlemede bencil davranan bir kişinin/kurumun, sosyal sorumluluklar üstlenmesi imajına katkı yapsa da huzuruna ve verimliliğine katkı yapmaz. Kozmik düzen bunun farkındadır ve ummadığı yerde bedel ödetir. İşçi açısından da zaman zaman fazladan çalışmak ve fedakarlık yapmak (kurumu istismar etmediği sürece) sorumluluktur. Kurumunun ona veremediği emeğinin bedelini kozmik sistem ummadığı zamanda büyük bir ödül olarak ona sunabilir.

Beşeri bütün birliktelik ve güçlerin çok üstünde olan evrensel bir şuur ve düzen var.  Yapıp ettiklerimiz bu sistem tarafından sürekli gözetildiği gibi, hiçbir emek ve çaba da bu sistemde karşılıksız bırakılmamaktadır. Evrene hâkim olan bu şuurlu düzene farklı inanç ve felsefelerde farklı isimlerin verilmiş olması bu düzenin varlığını ve işleyişini tartışma konusu yapmaz.

Bu düzenin içerisindeyiz, düzenin değerli bir elemanıyız, ama sistemdeki her eleman çok değerli. Öte yandan düzenin bize tanımladığı çerçevenin de tek hâkimiyiz. Sistem içerindeki her canlının hakları sistem tarafından korunuyor, sistemdeki döngüsellik sayesinde başkaları tarafından hakları elinden alınanlar zamanı geliyor sistem tarafından cömertçe ödüllendiriliyor, hak çalarak hüküm sürenler ise döngüsellik içinde ummadığı ağır bedellere ve acılara maruz kalıyor.

Döngüsellik gece gündüz gibidir, bazen gecelerimiz uzun sürer bazen gündüzlerimiz ama ikisi de geçicidir. Kalıcı ve değerli olan, yaşadığımız zaman dilimi gece de olsa gündüz de olsa kendimizde ve çevremizde yeşerttiğimiz erdemlerimizdir.

Evrensel şuurun bize cömert ve merhametle  davranması bizim ahlaki zeminde kalmamız ve egodan arınmamızla ilişkilidir. Egodan ayrıldığımız kadar ötekilere karşı duyarlılığımız gelişir, ötekilere karşı duyarlılığımız sistemin bize karşı duyarlılığını yükseltir.

Son söz olarak; hiç kimseye evrensel şuurun ona biçtiği rol ve sınırların dışında insiyatif kullanma ve davranma hakkı verilmemiştir. Buna cüret edenler, kaybedilmiş içsel huzurla ya da ağırlaştırılmış dışsal koşullarla acı bedeller öderler.

Sorumluluğunu bilenler içinse içsel huzur ya da cennet, tas bulamadığında ayakkabısıyla susuz bir köpeğe su verme yakınlığındadır.

Sevgilerimle…

Dr. Abdurrahman Subaş

20.12.2018

Duygunun İfadesi

İfade edilmemiş duygular asla ölmez. Sadece diri diri gömülür ve sonradan daha korkunç şekilde tezahür eder.

Sigmund Freud.

İfade edilmeyen duygu bilinç ötesine gönderiliyor ve orda çalışmaya başlıyor.

Bilinç ötesi bilinç alanı dışında kaldığı için artık görünmeyen  bir etki olarak yaşamımıza müdahale ediyor, enerjimizi çalıyor dikkatimizi düşürüyor.

İfade edilirken bilincin alanına  giriyor ve ortadan kaldırılabiliyor ya da etkisi azaltılabiliyor.

Bu nedenle duygunun ifadesi çok önemlidir.

Ancak, duygunun bir bilinç eşliğinde ifade edilmesi onu ortadan kaldırabilir, sadece ağlamak üzüntüyü ortadan kaldırmaya yetmediği gibi, duvarları yumruklamak da öfkeyi ortadan kaldırmaz, sadece o an oluşan negatif enerjiyi ortadan kaldırır.

Oysa ihtiyaç sadece o an üretilen negatif enerjinin ortadan kaldırılması değil, sonradan da negatif enerji üretecek potansiyeli (duyguya kaynaklık eden bilişsel kalıbı) ortadan kaldırmaktır.

Dr. Abdurrahman Subaş

13.12.2018

Öğrenme İklimi

Öğrenme İçin En Uygun İklim Kaygı Üretmeyen Çevredir

Kaygılanmak, mekanik olarak dikkati kaygı kaynağına odaklandırır, zihnin diğer tüm fonksiyonlarını işlevsiz hale getirir ve bilişsel süreçleri adeta felç eder.

Bu nedenle bir öğretmenin, öğrencilerine verebileceği ilk ve en önemli şey “onları kaygılandırmayacağına dair güven duygusudur”. Bu duyguyu öğrencilerde kararlı hale getirebilecek olan yegane kişi öğretmendir.

Öğrenme için en uygun iklim kaygı üretmeyen bir çevredir. Okulun ve öğretmenin ilk görevi öğrenciye bu çevreyi sağlamaktır.

Kaygılı bir öğrencinin bilişsel fonksiyonları işlevsiz hale geldiği için sorulara cevap verme potansiyeli zayıflar ya da ortadan kalkar. Sorularına cevap alamayan öğretmen, durumun farkında değilse öğrenciyi iyice kaygılandıracak tutumlar sergiler.

Böyle bir durumdaki öğrencinin öğrenim yaşamı tehdit altındadır. Zira öğrenci o an öğrenmeye, okula ve öğretmene dair “kalıcı olumsuz şemalar»” geliştirmektedir.

Eğitimciler olarak, yaşı kaç olursa olsun, “kaygılıyken bir insana bir şey öğretemeyeceğimizi, kaygılı insanın bildiklerini hatırlamada ve mevcut  yeteneklerini kullanmakta zorlanacağını” sık sık hatırlamaya ihtiyacımız vardır.

Dr. Abdurrahman Subaş- Eğitim ve Yönetim Bilimci

13.12.2018