İnsan İçinden Taşar

İsa: “Ona ilk taşı, aranızda günahsız olan atsın!”

(Yuhanna, 8. Bölüm)

Sizlere bu kez zor bir şey önereceğim sevgili okurlar. Yazıyı okurken birlikte kendi içimizde yolculuğa çıkmayı öneriyorum. Nasıl mı?

Gelin hep beraber yaşamımızdaki en karanlık, en kirli, en utanç verici anılarımızı hatırlayalım…

“Böyle yazı mı olur?” diyen bir içsel ses varsa onu da yanınıza alarak gelin lütfen… Şimdi bir süre o anılarımızın içinde gezinip yazıya ondan sonra devam edelim dilerseniz.

………

Belki de benden başka hiçbirinizin böyle bir anısı yoktur. Belki de hikayesinde böyle anıları olmayanımız yoktur… Belki bunları yaparken yalnız kalacağım, belki de çok kalabalık olacağız…. Kim bilir.., kendini…?

…..

Utanmak, dayanılması çok zor bir duygu olduğundan insana utançlarını unutturur. İnsan utançlarını unutur unutmasına da asıl sorun utançlarımızı unuttuğumuzu da unutmamızdır. Utançlarımızı unuttuğumuzu unutmak bizi canavara çevirir. Utançlarımızı unuttuğumuzu unuttuğumuzda her linçte ilk taşı atmaya, ilk kırbacı vurmaya, en büyük tükürüğü savurmaya pek istekli oluruz…

Neden biliyor musunuz? İnsan, utançlarını unuturken kendisine karşı oluşan öfkesini de bastırmış olur. Kendimize karşı oluşmuş öfkeyi bastırırsak, öfke başkalarına yöneltilir. Yoksa o öfke ve hınç bizi içeriden yer bitirir. İşte burası insanın kendini, kendini bilmeyi ve haddini bilmeyi unutmasının en zifiri karanlığıdır…

….

Şimdi gelin hep beraber “o hak etti” diye içimizden haykırarak başkalarını taşladığımız, en galiz küfürleri savurduğumuz, en ağır eleştirileri yaptığımız anlarımızı hatırlayalım.  Öfkemizle ötekini öldürürken dilimizle, bakışlarımızla ve ellerimizle kendinizi nasıl da temizlemeye çalıştığımızı görmeye çalışalım. Şimdi o anılarınızın içinde biraz gezinelim ve yazının devamına ondan sonra devam edelim dilerseniz.

…..

Ötekine yönettiğimiz bunca öfke, acaba kendimize yöneltmeye cesaret edemediğimiz kin ve nefretimizin başkasına yansıtılması olabilir mi? Tüm bunlar utançlarımızı unutmak için kendimizden kaçışımız olabilir mi? Kendimize atamadığımız kırbaçları başkalarına atıyor olabilir miyiz? Acaba ötekine yöneltilmiş en ağır eleştirilerimiz, kendimize söylemeye kıyamadığımız sözlerimiz olabilir mi? Utanmaza diktiğimiz ateşli gözlerimiz, kendi içimize bakmaktan korkup kaçarken dışarı fırlamış gözlerimiz olabilir mi? Ve tüm bu tutumlarımız, kendimizden kaçışın hızıyla ötekine çarpma olabilir mi?

Hele gezinelim biraz içimizde lütfen…

…..

Gezinelim de kendimize kıyamayışımıza karşılık, ötekine kıyma cesaretimizi gözlerimizin önüne serelim… Vicdanımızın gözlerini, kendimize kıyamayıp ötekine kıyışımızın üzerine dikelim…

Hadi bakalım ve görelim ne kadar bakabileceğiz kendi utançlarımızın yüzüne ve ne kadar kırbaçlayabileceyiz o utanç dolu hallerimizi…

….

İnsanız, utanç veren eylemlerimiz olur ve unuturuz. En çok ve en kolay da utançlarımızı unuturuz… Utançlarını unuttuğunu unutandan bir insan çıkar mı sizce? Utançlarıyla yüzleşip hesaplaşmadan onları unutmuş insan, başkasının utançlarını görmezden gelebilir mi sizce?

Şimdi biraz da tüm o utanç anlarımıza rağmen bizi yaşamın içinde utandırmadan koruyan, utançlarımızı kendimize karşı bile örten, Tanrı’nın merhametini hissedelim… Hissedelim ve kendinize gelelim. Kendimize gelelim ki ötekinin utançlarının üzerinde sörf yapmayı bırakabilelim… Kendimize gelelim… Tüm ilgi ve dikkatimiz ötekinin utançlarıyla meşgul olurken, kendimizi nasıl hatırlayabiliriz ki… Gelin, kendimize gelelim önce… Gelin kendimize şefkat ve merhametle gelelim önce… Ötekinin utançlarının arkasına saklanmayalım… Kendimize şefkat gösterelim… Kendimize şefkatle gelelim… Şefkatle kendimize gelelim…

Şu meşhur hikayeyi bilirsiniz: Zina yaparken yakalanan bir kadın, İsa Peygamberin huzuruna getirilir ve taşlanarak öldürülmesi talep edilir. Hz. İsa, talep edilen cezayı onar ama şöyle der: “Ona ilk taşı, aranızda günahsız olan atsın!” (8. Bölüm, Yuhanna) Bir süre sonra meydanda kimse kalmamıştır, ilk taş da atılmamıştır… Bu olay, Nebi İsa’nın ümmetinin günahkarlığını değil, “kendini bilme” erdemine sahip olduğunu ve kendine karşı şefkatli olmayı tercih ettiğini gösterir.

Gelin, attığımız tüm taşları geri toplayalım… Geri toplayamayacaksak da kendimize atamadığımız taşları başkalarına da atmamaya niyet edelim… Gelin bu yazıyı okuyanlar olarak taş atmak yerine önce örtü atmayı tercih edelim utananın üstüne. İnsan, örtünün altında daha kolay utanır… Örtü, kendimize karşı beslediğimiz sevgi ve merhametten örülmüş olsun… Ötekinin üzerine örttüğümüz örtünün bir gün bizi de örteceğini unutmayalım…  Varsa kendimize karşı sevgi ve merhametimiz onunla başkalarına çok güzel örtü örülür…

Bırakalım adalet dağıtıp infaz armayı… Önce şefkat dağıtıp merhamet arayalım… Zaten şefkat ve merhametin olmadığı yerde adaleti besleyecek azık da kalmamıştır…

Kendini bilen taşlamaz, örter… Buna en çok kendisinin ihtiyacı olduğunu ve de olmaya devam edeceğini derinden bilir…

Sözlerimizi Kur’andan bir beyanla tamamlayalım:

“Onlar … öfkelerini yutarlar.” Âli İmran / 134.

Şefkat ve merhametiniz sizi yalnız bırakmasın…

 

Dr. Abdurrahman Subaş / Eğitim ve Yönetim Bilimci

28 Eylül 2020 Kartepe

Ego, Birey ve Örgüt

İnsan, sosyal çevresinin arzularının nesnesi olmayı reddetmeden birey olamaz. ‪İnsanın birey olabilmesi için, toplumsal çevresinin nesnesi haline gelmiş bir ego taşıdığını görmesi ve ondan ayrılması gerekir.

Bu ayrılış aynı zamanda öznel kişilikten uzaklaşıp nesnel (objektif) birey olma yolculuğudur.

Kendini ötekine/topluma göre konumlandıran insan, birey değil personadır. Persona (kişilik) içinde birbirinden bağımsız birçok benlik (ego) taşımaktadır. Böyle bir insanın kaç maske (persona) kullandığını kendisi bile bilmez.

İçinde birçok benlik taşıyan böyle bir insan, içsel çatışmalarından kurtulup yaşama bilinçli katılacak motivasyonlardan mahrumdur. Ego hallerindeki insan, yaşama bilinç barındırmayan “sahip olma arzusuyla” katılır.

Oysa yaşama bilinçli katılım “alış-veriş” ilişkisi gibidir. Sadece almak isteyen ya da sadece vermek isteyen bir insanın karşılıklı “alış-veriş” içinde olduğu söylenemez. Yaşama bilinçli katılımda iki yönlü geçirgenlik ve kabul vardır. Bu canlı bir hücrenin çalışma formuna benzer. İhtiyacı olanı hücre zarından içeri alırken, ihtiyacı olmayanı hücre zarından dışarı atar.

Hücrelerinin her birinde ayrı ayrı ego olan bir organizmayı hayal edin, nasıl bir şeye dönüşür?

Ego, alırken de verirken de sadece kendini düşünen bir forma sahiptir. Oysa ontolojik insan ben-sen ayırımı yapmaz. İhtiyacı olanı alırken ihtiyacı olmayanı da aynı kolaylıkla verir.

Bireyin ontolojik potansiyeli, egodan (maskelerden) ayrılabildiği zamanlarda ve ayrılabildiği oranda ortaya çıkar. Egodan ayrılma birey olarak yaratılış gayesine yolculuktur. Bu yolculuk yaşama katılıp sorumluluk almayı gerektirir. Almak ya da vermek üzerine kurulu değildir. “Kendi olmak” üzerine kuruludur.

Kendi yaratılış gerekçesini (zıvadarma) keşfedip onu inşa etmeye yönelmek, insanın biricikliğinin gereğidir ve bu birey olmaya doğru aydınlanmadır.

Bireyin zayıf olduğu örgütlerde lider sultası yüksek, eleştirel kültür zayıf, örgüt yaşamı liderin ufku ve ömrüyle sınırlıdır. Bireyin güçlü olduğu örgütlerde lider etkisi düşük, eleştirel kültür gelişmiş ve örgütsel yaşam liderlerin ufku ve ömrü ile sınırlı değildir.

 

Dr. Abdurrahman Subaş

Eğitim ve Yönetim Bilimci

Leadership 4.0 Duygusal Zeka Mı?

 

 

“Tüm yönetim kitapları, benim yazdıklarımda dahil, diğer insanların yönetilmesine odaklanır. Ama önce kendini yönetemezsen başkalarını yönetemezsin.” Peter Drucker 

Yönetim süreçlerinde liderin bireysel performansını doğrudan, örgütünün performansını dolaylı etkileyen önemli yetkinliklerden birisi liderin dikkat ve konsantrasyonudur. Aslında konu yalnızca liderlerle ilgili değildir. 

Yaklaşık beş yıldır kendi üzerimde yaptığım içsel çalışmalarda deneyimsel olarak, atölyelerime katılanlardan ise sözlü olarak aldığım dönütlerde gördüğüm bir husus var: Dikkatin an’a taşınmasının verimlilik üzerine etkisi muhteşem oluyor. Yıllar önce içsel çalışmalara bilimsel bir merakla başlayıp üzerimdeki tesirini görünce çalışmalara kendimi gerçekleştirmek için devam etmem gerektiğini gördüm. Devam ettiğimiz çalışma yöntemlerinin birçok bilimsel araştırmada test edildiğini ilk kez gördüğümde heyecanlanmış ve içimde büyük bir coşku oluşmuştu.

İçsel çalışmalar açısından dikkat ya da konsantrasyonu, bilincin geçmişte olandan (duygusal imgelenim), gelecekte olandan (zihinsel imgelenim) ve haz odaklı isteklerden (içgüdüsel imgelenim) arınmış olarak şimdi ve burada olana odaklanması şeklinde değerlendiriyoruz. Başka bir deyişle dikkat ve konsantrasyon, “şu andaki” yaşantılara odaklanmamızdır.

Üzülerek bildirmeliyim ki, dikkatimizin ve dolayısı ile enerjimizin büyük bir kısmını duygusal, zihinsel ya da içgüdüsel merkezlerimizin gereksiz dürtüleriyle israf ediyoruz. Duygusal olarak arzulardan, zihinsel olarak kaygılardan ve içgüdüsel olarak kontrol arayışından arınabildiğimiz oranda dikkatimizi an’da olana yönlendirebiliyoruz.
Bizleri an’da olandan koparıp dikkatimizi düşüren, bilincimizin çok az kısmını kullanmamıza neden olan ve enerjimizi israf eden konuların neler olduğunu bilmek için kişiliğimizi tanımamız ve kişilik tipimizden kaynaklanan enerji kaçaklarını ortadan kaldırmamız gerekiyor. Enneagram bu konuda bize çok güçlü veriler sunuyor.


Dikkatin an’dan kopmuş olmasına biz Enneagram’da özdeşleşme diyoruz. Özdeşleşmede tüm sinapslar ortadan kalkıyor, tüm enerji sadece özdeşleştiğimiz konuya harcanıyor. Beynin bir ucundaki bilgiyle diğer ucundaki bilgi arasında irtibat kurulup ana özgü çözüm ortaya çıkması için (bilinç) özdeşik formda olmamamız gerekiyor. Özdeşik formdayken dikkatimiz çoğunlukla bir kişi, olay ya da fenomen ile ilgili ürettiğimiz kurgularla (imajinasyon) meşguldür. Yarattığımız imajinasyon ya çok ürkütücü ya da çok çekicidir, bu nedenle dikkatimizi o kurgumuzdan ayırmayız.


Özel ve profesyonel yaşamımızda bu içsel problemimiz bütün dışsal problemlerden önce çözülmesi gerekiyor. Zira özdeşik formdaki insanın düşen dikkati özfarkındalığını, çevresel farkındalığını, duygusal farkındalığını ve duygu yönetim becerilerini de düşürüyor. Kısaca dikkatin düşmesi duygusal zekamızın da düşmesi anlamına geliyor.

Liderlik, başkalarını etkileme sürecidir ve bu süreçte duygusal zeka kilit konumundadır. Liderin duygusal zekasının düşmesi takipçilerini etkileme ve ilişkilerini yönetme kapasitesinin de düşmesi anlamına geliyor.

Zaman zaman birçoğumuza içsel olarak kendiliğinden gelen bir soru vardır:
“Şu anki görevimde daha farklı ve etkili olabilmek için nasıl davranmalıyım?”
Bunun cevabı kolaydır ama bu cevaptaki kapasiteye ulaşmak zordur.
Cevap, “dikkatimizin an’a odaklanmasıdır”.

Fakat bunu söylendiği gibi kolay hayata geçirilemiyoruz.

Dikkatimizin an’a odaklanması kendimizim, çevremizin, kaynaklarımızın ve ilişkilerimizin bilinçli olarak farkında olmamızı sağlıyor. Bu bir yönüyle mental zekayla duygusal zekamızın birlikte çalışıyor olması anlamına geliyor.
Daha önce kişisel bloğumda “DLM İle Liderliğinize Dinamizm Katın” isimli makalemde liderlik tiplerinin dikkatinin en çok yöneldiği, onların en çok özdeşleştiği konuları özetle ele alıp açıklamıştım.

Dikkatin an’a odaklanması algı zenginliğine, bilincin yükselmesine, ego kaygılarından ve arzularından arınmaya, beyin kapasitesinin daha fazlasını kullanmaya, duygusal zekanın yükselmesine, takım arkadaşlarımızdan gelen önerileri yansız olarak değerlendirmeye ve önerilerden yararlanmaya, kaynakların ve fırsatların isabetli yorumlanmasına kapı açıyor. Aslında an’a odaklanmamış bir zihinde dikkat yoktur özdeşleşme vardır. Dolayısı ile dikkati, an’a odaklanma becerisi olarak da ele alabiliriz.

Peki dikkatimizi an’a odaklamak için neler yapmalıyız? Maddeler halinde değinmeye çalışayım. İlk olarak kişilik tipinizi öğrenmelisiniz. Başka kişilik envanterleri de kullanabilirsiniz, ama insana dair en çok veriyi sunan en derin güdülerimizi bize tanıtan Enneagram’ı kullanmanızı özellikle öneririm.


İkinci olarak liderlik potansiyellerinizi keşfedin. Kişilik tipi size kişiliğiniz hakkında çok bilgi sunar, ama nasıl bir liderlik potansiyeline sahip olduğunuz konusunda profesyonel desteğe ya da raporlamaya ihtiyacınız vardır.


Enneagram kişilik potansiyelimizi ve dinamik liderlik potansiyelimizi öğrenmek bizim dikkatimizi en kolay dağıtan kişisel konuları bilmemiz ve bu konularda uyanık olmamız anlamına geliyor. Dinamik Liderlik çözümlerimiz bu bağlamda geleceğin liderleri için muhteşem açılımlar sağlayacaktır.

Üçüncü olarak bilinçli farkındalığınızı geliştirecek, kişiliğiniz üzerine kuramsal bilginin ötesine geçen iç gözlemci geliştirmelisiniz. İç gözlemciniz sizi yansız-yargısız-objektif olarak gözlemleyen, sizi size rapor eden, bilişsel olarak yapılandırılabilen zihinsel bir fonksiyondur. Bu konuda birçok çalışma yöntemi vardır, herhangi birinden yararlanabilirsiniz. Biz bu konuda Enneagram ve Dinamik Liderlik Transformasyon Atölyeleri ile bireysel ve kurumsal ihtiyaçlara cevap veriyoruz.

Dördüncü ve en önemlilerinden birisi dikkatinizi geliştirmektir. Dikkatimiz yukarıda bahsettiğimiz gibi kişilik merkezlerimiz tarafından yanlı, sübjektif, yargılayıcı ve özdeş formdaki gündemlerimizle o kadar meşguldür ki an’da olan birçok şeyi kaçırırız ve objektiflikten uzaklaşırız. Bu nedenle dikkat çalışması liderler için olmazsa olmazdır.

 

Dikkatimizi an’a getirebilmek için önerilerimi yazacağım. Ancak şuan dikkatinizin şimdi ve burada olup olmadığına dair bir fikir elde etmeniz için şu sorulara içsel olarak cevap vermenizi ve cevaplarınızı aklınızda objektif olarak tutmanızı öneriyorum:

Bu soruyu okumadan önce, oturduğun koltuğu hissediyor muydun? (1)
Bu soruyu okumadan önce nefes alış verişini hissediyor muydun? (2)
Bu soruyu okumadan önce içinde bulunduğun ortamdaki ses, ışık, koku ve eşyaları algılıyor muydun? (3)
Bu soruyu okumadan önce bu yazıyı niçin okuduğunun bilişsel olarak farkında mıydın? (4)
Bu soruyu okumadan önce bu yazının nasıl biteceğine dair bir öngörün var mıydı? (5)
Bu beş sorudan ilk dördüne yanıtın evet, sonuncuya yanıtın hayır ise yüksek bir dikkat taşıdığını kendine söyleyebilirsin.

Ama bundan dolayı içinde kibir yükseliyorsa dikkatin dağılıyor demektir sevgili okuyucu.
Şimdi dikkati toplamak için de üç pratik öneri sunacağım. Dikkatinin çalışması için zihinsel, duygusal ve içgüdüsel konuşmalardan uzaklaşman gerekir. Dikkatimizi dağıtan üç merkez sürekli zihnimizi meşgul etmeleridir. Bu meşguliyetten şu üç egzersizi kendince istikrarlı şekilde uygulayarak kurtulup dikkatini çalıştırabilirsin.


A.Vücuduna odaklan. Vücudunu dikkatin ile tara, ayak uçlarından tepene kadar kendini hissetmeye çalış. Bunun için günde 10 dakika vakit ayırarak dikkatinin güçlenmesine katkı yapabilirsin.


B.Nefesine odaklan. Vücutta olduğu gibi nefese de odaklanmak zihnimizdeki konuşmaların sona ermesine ve anda olanlara odaklanmamıza (dikkatin çalışmasına) kapı aralar. Günde 10 dakika nefes alıp vermeye odaklanmak dikkatimizin güçlenmesine katkı yapar.


C.Algıya odaklan. Beş duyu organımız sürekli olarak algılar, ancak dikkatimiz çalışmadığı için bu algıları genelde hissetmeyiz. Sese, ışığa, eşyaya, manzaraya, kokuya, tada odaklanmak dikkatimizin gelişmesine katkı yapar. Yemeğin tadı, çeşmeden akan suyun sıcaklığı, ortamdaki kokular, temas ettiğimiz eşyanın sertliği, ortamdaki ışıklar ve sesler dikkat ve farkındalık için içimize çekercesine algılanmalıdır.


Bu egzersizleri karma olarak da günde 10 dakikalık süreyle yapabilirsiniz. Daha sonra da bu egzersizi günün daha fazlasına yaymaya çalışmalısınız. Konuşan kişinin ses tonundan bir arkadaşınızın parfüm kokusuna, yemeyin tuzundan güneş ışıklarının yükselip alçalmasına kadar gün içinde odaklanabileceğiniz birçok algı olacaktır.


Düşük dikkatli bilinç düzeyine ego diyoruz. Ego düzeyinde bilişsel fonksiyonlarımız işlev kaybına uğramıştır. Sağlıklı düşünemeyiz, algıların çoğuna karşı duyarsız kalırız, objektif algılayamayız, diğerlerini zaman zaman yok sayarız. Ego sürekli sadece bir şeye odaklanır (özdeşleşme) ve başka algılarla ilgisinin dağılmasını istemez. İlginin başka algılar tarafından dağıtılması egoda stres ve öfke oluşturur. İstenmeyen algılar ilginizi dağıtıyor, stres ve öfke oluşturuyorsa o an dikkatinizin düşük olduğunu hatırlayıp birkaç nefes alarak dikkatinizi yükseltmeye çalışın.


Algıya odaklanmak, zihinsel konuşmalara ara verdirir ve gerçeklerle tanışma fırsatını yakalarız. Yukarıda önerdiğim üç egzersiz de algıya odaklanmayı farklı şekilde domine eder. Dikkatin yükselmesi, sadece mental zekamızın (IQ) değil duygusal zekamızın da (EQ) aktivitesini artırmasına kaynaklık eder.


Dikkat düzeyine göre insanı 4 düzeyde ele alıyoruz. 1.0 gece uygusundaki insan, 2.0 gündüz uykusundaki (egoyla özdeşleşmiş), 3.0 uyanmış insan (kendisinin ve çevresinin farkında olan) ve 4.0 objektif insan (evrenle uyumlu).
2.0’da lider olamazsınız, 4.0’da liderliğe ihtiyaç duymazsınız.


Liderlikte an’a odaklanmanın verimliliğini ve coşkusunu keşfederseniz, bunu ilham olarak çevrenize yansıtmamanız mümkün değil.

 

Dikkatinizin daima sizinle olması dileğiyle sevgiler sunarım.

Dr.Abdurrahman Subaş
Eğitim ve Yönetim Bilimci

Ücretsiz Dinamik Duygusal Zeka Raporu almak için tıklayınız.>>>

Eğitim! Nereye? Nasıl?

Öncelikle eğitimin tüm paydaşlarını sevgi dolu, güvenli ve başarılı bir yıl geçirmeleri dileğiyle saygıyla selamlıyorum. 42 yaşına kadar hem öğrenci ve hem öğretmen olarak, 42 yaşından sonra ise bir araştırmacı ve öğrenci velisi olarak içinde bulunduğum eğitim camiası yarın yeni eğitim öğretim sezonuna başlayacak. Yeni sezona başlarken eğitimin hep paydaşı olmuş biri olarak iki kelam ile katkı yapmak istiyorum.

 Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşından çıkıp sıfır imkanlarla devlet kurmuş Atatürk’ün “En büyük emelim, maarif vekili olarak yurdumun irfanını yükseltmektir” vizyonu, köy enstitüleri gibi alkışlanan ve özlenen bir ekolü yarattı. Köy enstitüleri modeli devrinin en iyi çözümüydü. Bunu hatırlatmamın nedeni, halihazırda ülkenin imkanlarına rağmen, eğitimde geldiğimiz noktadan ülkedeki herkesin şikayetçi olmasıdır. Arifler için kısa kısa devam edeceğim.

Devlet ve eğitimin tepe yöneticilerinin görevi günah çıkarmak değil, eğitim için ulaşılabilir,  sürdürülebilir ilerici bir vizyon yaratmaktır. Okul zili ve öğretmenler odası tasarımlarıyla bunun olmayacağını her eğitimci bilir. Eğitim yönetiminin misyonu, doğal ortamı olmayan akvaryumda balık beslemek gibi dışsal koşulları özel dizayn edilmiş bir çevrede öğrenci yetiştirmek olamaz. Bilakis eğitimin misyonu, en zor koşullarda da kendini yönetebilen, kendini koşullara uyarlayabilen insan yetiştirmek olmalıdır. Okul, yaşamın minyatürü olabildiği ölçüde amacına ulaşabilir.

Eğitimin odağı rekabet değil işbirliğidir, imaj değil samimiyettir, hülya değil gerçekliktir, cüzdanı kabartacak nitelikler değil gönlü yüceltecek erdemler kazandırmaktır. Eğitim geçmiş ya da gelecek için değil, şimdi ve burada herkes için yapılandır.  Eğitim duvarlar arasından sanal ağa bağlanarak değil, gözlerle başlayan temasın gönüller arasındaki ağa dönüşmesiyle ortaya çıkan, insana insani dokunuştur.  

Eğitim insaf, izan ve irfan ile başlayıp şefkat, marifet ve iltifatla ince işçiliği yapılabilen bir fenomendir. Formal eğitimle sağlanamayan bu nitelikleri kazanmak için eğitimci yaşam boyu bilinçli çaba içinde olmalıdır.

Eğitim yöneticilerinin birinci görevi içtenlik, ikinci görevi söylem titizliği, üçüncü görevi doğru eylemdir.  Eğitim yöneticisini en zor işi hazlarını ertelemek, unuttuğu işi kendini yönetmek ve en kolay işi örgütündeki işletme faaliyetlerini sürdürülebilir kılmaktır.

Öğretmenlerin birinci görevi kendi duygularını tanıyıp yönetebilmek, ikinci görevi öğrencinin duygularını tanıyıp yönetmesine katkı sağlamak, üçüncü görevi öğrenciye geleceği kucaklayacak bilişsel, duygusal ve eylemsel nitelikler kazanmak için -ebeveynle işbirliği içinde-  içtenlik ve duygusal çaba göstermektir.

Ebeveynlerin birinci görevi evlatlarına güven ve sevgi iklimi yaratmak, ikinci görevi en etkili müfredatın ebeveyn olarak kendileri olduğu bilinciyle hareket etmek, üçüncü görevi ise okulla ve öğretmenle işbirliğidir.

Eğitimin sisteminin temel hedefi, kendini gerçekleştirmek bilinciyle her koşulu öğrenme fırsatına çevirecek zihni modele sahip öğrenci yetiştirmektir. Bu hedefe ulaşmak için eğitimin tüm paydaşları içtenlik ve eşgüdümlü hareket etmelidir.

Eğitim, insanın kendiyle ve dünyayla sıkı temas içerisinde olmasını sağlamalıdır. Kendinden ya da dünyadan kopuk insan yetiştiren sistemlerin başarılı olması imkansızdır. Dünya Ekonomik Formu’nun geçen yıl yayınladığı 2020’de aranacak en önemli 10 yetkinlik hatırlatması ile sözlerimi bitireyim:

1.Karmaşık problem çözme

2.Eleştirel düşünme

3.Yaratıcılık

4.İnsan yönetimi

5.İşbirliği

6.Duygusal zeka

7.Hüküm ve karar verme

8.Hizmet

9.Müzakere

10.Bilişsel esneklik

Sevgi ve saygı ikliminde bir nesil yetiştirmek dileği ile yeni eğitim sezonunda eğitimin tüm paydaşlarına başarı ve esenlikler dilerim.

Dr. Abdurrahman SUBAŞ

Eğitim ve Yönetim Bilimci

08. 09 . 2019

DİNAMİK LİDERLERİN TEMEL DEĞERLERİ

       Her anahtar her kapıyı açmaz.

Lider, hangi kapıda hangi anahtarı kullanacağını iyi bilmelidir.

Günümüz toplumlarında bazı entellektüeller tarafından eleştirilse de örgütler ve toplumlar etkili liderlere ihtiyaç duyarlar ve etkili liderler etrafında toplanırlar. Bireyin toplumla (örgütle) ilişkileri ve toplumun başka topluluklarla ilişkileri bunu kısmen zarurete dönüştürmektedir.

Moderniteyi ve medeniyeti reddedemeyen ve bir şekilde modernleşen ve medenileşen her birey, yaşamının bir yerlerinde liderlik yapmış olabileceği gibi bir liderden etkilenmiş de olabilir. Liderlerin etkisi karizma ile ifade edilirken karizmaya kaynaklık eden potansiyeller takipçilerin insiyatifindedir. Doğu toplumları liderin karizmasını gücünde ararken batı toplumları demokratlık ve uzlaşmacılığında arayabilmektedir. Örgütlerdeki liderin karizmasına kaynaklık eden potansiyeller, karizmanın örgüte ve takipçilere maliyetiyle de ilgilidir. Konumuz doğrudan karizma değil ancak karizma olmadan liderlikten söz etmenin imkansızlığı malumunuzdur.

Bu metinde dinamik liderlerin karizma kaynağı olarak benimsedikleri temel değerleri ele alacağız. Liderin karizmasının önemli bir parçası olan temel değerleri, dinamik liderlik modeline göre yorumlayacağız. Dinamik liderlik modeli enneagram kişilik tiplerinin liderlik stilletiyle ilişkisinden ortaya çıkan yeni nesil liderlik yaklaşımıdır. Dinamik liderlik modeli, çağdaş liderlik kuramlarını Enneagram kişilik dinamikleriyle yorumlayan amprik bir önermedir.

Kişilik öncelikle bizim temel mizaç özelliklerimiz tarafından yordanan, daha sonra ise çevrenin etkisi ile mizaçlarımıza giydirilmiş bir kıyafete dönüşen kopmlike bir yapıdır. Kişilik aynı zamanda bireyin sosyal ve profesyonel yaşamında varlığını sürdürme, kendini ifade etme ve sosyal katılımını düzenleme tarzıdır.

Mizacın kişilik üzerindeki en önemli etkisi bireyin gerçeklik algısını çarptırması ve algıya verilecek cevabı belirlemesindeki kararlı etkisidir. Mizaçların tesiriyle oluşmuş kişilik tarzımız bizim özel yaşamda olduğu gibi profesyonel yaşamda da ortaya koyduğumuz görünümdür.

Kişiliğimizin liderlik süreçlerindeki etkisi kişiliğin temel değerleri tarafından belirlenir. Bu değerlerin bir kısmı çevreden ve eğitimle edinilse de bireyin doğuştan getirdiği mizaç özellikleri kalıcı ve kararlı etkiye sahiptir.

Dinamik liderlik stillerinin liderlik süreçlerindeki temel değerleri enneagram kişilik tarzlarını tarafından güdülenmektedir. Bu değerler liderlik stillerinin temel karizma kaynağı olduğu gibi aynı zamanda liderin karizmasını sınırlandıran birer fonksiyon da icra etmektedir. Zira kişilik tarzımız temel bir değere bağlanırken diğer değerleri genelde ihmal ederek karizmasını sınırlandırmış hatta yer yer zayıflatmış olur.

Aşağıda dinamik liderlerin temel değerlerine değineceğiz. Liderlik tarzınızla temel değerinizi ne kadar çok vurguladığınızı içsel olarak gözlemleyebilirsiniz. Aynı zamanda diğer stillerin temel değerlerini de ne kadar ihmal ettiğinizi de gözlemlemeniz mümkün.

Unutulmamalıdır ki karizmanızı büyütmek istiyorsanız aşağıdaki dokuz liderlik stilindeki temel değerlerden hepsini liderlik süreçlerinde kullanmanız gerekir. Zira takipçilerinizin her biri bu karizma kaynağı değerlerin birinden daha fazla etkilenmektedir.

Ayrıca biliyorsunuz her anahtar her kapıyı açmaz. Bu değerleri kullanırken hem kendinizi hem de çevrenize liderlik yaptığınızı unutmamalısınız. Bilmelisiniz ki dinamik liderliğe göre değerler benliğin temel ihtiyacı ve liderin temel vurgusudur. Liderlik stillerinin temel değerleri lider için en etkili karizma öğretmenleridir. Bu güne kadar hangi değeri benimsemiş olursanız olun, bundan sonra karizmanızı büyütecek 9 temel değer, 9 temel anahtar kullanmanızı bekliyor.

DLM Stil 1 Prensipli Liderler: Yüksek standartlar

DLM Stil 2 Hizmetkar Liderler: Teşvik ile yönetim

DLM Stil 3 Girişimsel Liderler: İş bitirmek

DLM Stil 4 Dönüşümsel Liderler:  Yaratıcılık

DLM Stil 5 Stratejik Liderler: Uzmanlık

DLM Stil 6 Etkileşimsel Liderler: İşbirliği

DLM Stil 7 Vizyoner Liderler: Coşku

DLM Stil 8 Otoriter Lideler: Etkili Güç

DLM Stil 9 Güçlendirici Liderler: Kapsayıcılık

Dr. Abdurrahman Subaş:

Eğitim ve Yönetim Bilimci. Dinamik Liderlik Modeli Tasarımcısı.

18.08.2019.

NİÇİN ENNEAGRAM, NASIL ENNEGRAM

Enneagram Türkiye’de sanırım milenyum başında gündem olabilmiş bir konu. Türkiye’de çeşitli kişiler Enneagram üzerine çalışmalar yapsa da bilimsel çalışmalar çok genç diyebiliriz. Enneagram üzerine yapılan çalışmalarda en önemli tartışmalardan birisi açıklanan yapıların kişilik mi mizaç mı olduğu üzerinedir. Aşağıda niçin Enneagram kullanmamız gerektiğine dair ve Enneagram kişiliğimizi oluşturan yapıların mizaç olduğuna dair Don Richard Riso Ve Russ Hudson’un “Enneagram ile Kişilik Analizi” isimli Türkçeye çevrilmiş kitabından bölümler aldım. Metinlere hiçbir şekilde müdahale etmedim. Zira bu konuda literatürü incelemeden Enneagram yapılarındaki mizacı ilk bulanın kendileri olduğunu ilan edenler var. Enneagram 3000 yıllık sözlü gelenekle gelen ve 1900’lü yıllarda batıda bir kişilik modellemesi olarak ele alınan bir disiplindir. Enneagrama göre kişiliğimizi oluşturan en önemli yapı kalıtsal olarak bünyemizde bulunan mizacımızdır. Şüphesiz kişiliğimiz sadece mizaç tarafından etkilenmiyor, ancak kişiliğimizdeki en kararlı ve etkili yapı mizaçtır. Sizleri Riso ve Hudson’un kitabından alıntılarla başbaşa bırakıyorum (Dr. Abdurrahman Subaş):

ENNEAGRAMIN ÖNEMİ

Enneagramdan yararlanabilmek için bu sisteme ucu açık bir görüşle yaklaşmak gerekiyor. Sistemin yardımı ile kendimizi gözlemlemeye başladığımız zaman nasıl ve neden kendimizden kaçtığımızı göreceğiz. Bu arada bizi rahatsız eden veya kendimiz hakkında oluşturduğumuz imaja uymayan şeyler keşfedebiliriz.

Önemli olan kendimizi yargılamamamız ve suçlamamamızdır. Tarzımızı inceledikçe kişiliğimizin çok küçük yaşlarda savunma amacı ile oluştuğunu anlayacağız. Uzun yıllardır bu kişilik özellikleri ile yaşıyoruz ve belki de artık bazılarına ihtiyacımız yok. Eski alışkanlıkları terk edip Enneagramın işaret ettiği sağlıklı seviyelere çıkabiliriz. Bu çalışmada üç aşama söz konusudur. İlkönce, davranışlarımızı nesnel (tarafsız) bir şekilde görebilmek için kendimizi gözlemlemeyi, İkincisi, davranışlarımızın arkasında yatan güdüleri bilebilmek için kendimizi anlamayı, üçüncüsü, dönüşüm sürecini kolaylaştırmak ve derinleştirmek için farkındalığı ve var olmayı öğrenmeliyiz. Kendimizi gözlemleyerek ve anlayarak bir miktar anlayış kazanabiliriz, ama dönüşümü yaratabilmek için var olmak ve farkında olmak gereklidir. Kendimizi tam anlamıyla ortaya koyma yeteneğini geliştirmedikçe yaşamımızın dönüşüm anlarının etkisi sınırlı olacaktır.

Enneagram yalnızca kendimizi anlamak ve dönüştürmek için değil, aynı zamanda başkalarını da anlamak içindir. Enneagram ile diğer insanların düşüncelerine, korku ve arzularına, değerlerine, güçlü ve zayıf yönlerine erişebilir ve onları şefkatle kucaklayabiliriz.

Kısacası, kendimizinkinden değişik bakış açılarını takdir etmemiz kolaylaşır. Başkalarını derinliğine anladığımız zaman yalnızca onların iyi yönlerini takdir etmiyoruz, aynı zamanda onların beğenmediğimiz yönlerine de nesnel bir şekilde bakabiliyoruz.

Aslında Enneagram ilişkilerde çok önemlidir. Başkalarının çeşitli koşullarda nasıl tepki verdiğini, nelerin onları motive ettiğini, ne kadar samimi veya içten veya dürüst olabileceklerini bilmeden yaşamımızı sürdüremeyiz.  bilinçli olmasa bile ilişkilerimizde bir çeşit “ kişilik kuramı” kullanmaktayız. O zaman bu kuramımızın kapsamını ve hassaslığını kontrol etmekte yarar vardır.

Benliğimizden ve iç çatışmalarımızdan- içimizdeki karanlıktan ve korkudan- kurtuldukça ışığa doğru yol alacak, özgürleşecek ve yeni yetiler oluşturacağız. Güce güç, erdeme erdem ekleyerek ve her yeni yeti ile özümüze, olmamız gereken kişiliğe ulaşacağız. Sonunda, Enneagramı ne denli doğru anlar ve ne denli yerinde kullanırsak ondan o kadar yararlanabiliriz. Bu sistemde sonsuz anlayış ve büyük zenginlikler bulacağımıza emin olabiliriz.

Tarzımızı tanıdıkça ve onun çalışmasını izledikçe kişiliğimizin saklı kalan özellikleri belirginleşir ve gevşemeye başlar. Kendimize daha geniş bir açıdan bakmaya başladığımız için hareket edebileceğimiz ruhsal alan da genişlemiştir. Enneagramın ana unsurlarından biri, kişiliğimizin bizi aldatan yönlerine gözümüzü açmasıdır. Olasılıklar, gereksiz ve kendini yaralayıcı davranışlar ve tepkiler öne çıkar. Tarzımızın hem olumlu hem de olumsuz yönleri vardır; bunları yüceltmenin veya ayıplamanın ya da başkalarının yargılamak için kullanmanın hiçbir yararı yoktur.

Kişiliğimizin yapısı aynı zamanda, gerçek doğamızın önündeki ana engelleri bize gösterir. Bu yüzden Enneagram doğru algılandığında ruhsal ve tinsel gelişme için olağanüstü bir yöntemdir: Çok daha canlı bir yaşam sürdürmemizi önleyen bilinçdışı yönlerimizi ortaya çıkarır. Mutluluğa erişmenin önündeki engelin kişiliğimize olan sıkı bağlılık olduğunu gösterir.

Kabul edilmesi zor olabilir ama kişilik, yani benlik ve onun yapısı yapay bir oluşumdur. Gerçek gibi gözükmesinin tek nedeni, onun bizim için tek gerçek olmasıdır. Şimdiye dek kişiliğimiz ile özdeşleşerek yaşadık. Kişiliğimiz bizim için, yaşamda yol almamızı sağlayan çok yararlı ve değerli bir arkadaştı.

Anlayışımız derinleştikçe bu sefer başka şeylerin farkına varmaya başlarız: Kişiliğimizin aslında geçmişten ve özellikle çocukluğumuzdan gelen alışkanlıklar, derinlemesine yerleşmiş inançlar, savunma işleyişleri ve tepkiler birikimi olduğunu göreceğiz. Kısacası, kişiliğimiz geçmişin bir işleyişidir, bize bugüne kadar yardım etmiş ama artık sınırlamaları ortaya çıkmış bir işleyiş. Her birimiz kimlik yanılsaması içindeyiz, Öz Doğasını unutmuş ve kişiliği ile özdeşleşmiş bireyleriz. Kişiliğin savunmalarını ve onun sakladığı incinebilirlikleri keşfetmeliyiz. Böylece Temel doğamızı, tinsel özümüzü, yeniden yaşayabilir ve gerçek kimliğimizi tanıyabiliriz.

Dikkatimizi var olana yönelttiğimiz zaman anın duyularının ve izlenimlerinin farkında oluruz. Ve çok ilginç şeyler olmaya başlar. Yaşanan ana dönüş, farkındalığımızın artmasına neden olur. Kişiliğimizin dar kaygılarının ötesine geçer, doğamızın varlığını bile bilmediğimiz yönleri ile yeniden bağlantı kurarız.

Bir, kişiliğimizin ötesinde bireyleriz. Gerçek Nefsimiz ve kişiliğimiz aynı şeyler değil. Yaşanan anda var olmanın niteliği bu ikisi arasındaki dengeyi sağlıyor ve gerçek doğamızın özelliklerini kucaklamamıza olanak tanıyor. Kişilik otomatik bir olgu: Aynı sorunları yaratmayı sürdürüyor. Ama farkındalık arttıkça otomatikleşme azalıyor. Kişiliğimizin işleyişinin farkına varırsak otomatik olayları önlemiş oluyoruz.

Enneagram gerçek kimliğimizi ortaya çıkararak içimizdeki soyluluğu ve tinsel gizilliği (potansiyeli) görmemizi sağlıyor. Kişiliğimizin yüzeysel ve otomatik yönü ile Özümüzün, yani Gerçek Nefsimizin, zenginlikleri arasında ayırım yapmamıza olanak tanıyor.

TARZIN KÖKENLERİ: MİZAÇ

İnsanın kişilik tarzının nasıl oluştuğu bilinmiyor. Kalıtımın ve erken çocukluk zamanlarında anne baba ile (veya diğer önemli kişilerle) olan ilişkilerin en önemli iki etken olduğu varsayılmaktadır; buna rağmen bu iki unsurun çok karmaşık olduğu ve bilim tarafından tam anlamıyla anlaşılmadığı da açıktır. Kalıtım bize temel bir mizaç veriyor; anne babalarımızla olan ilk ilişkiler ise bu mizaç eğilimini belirginleştiriyor ve yaşama hazırlanırken ne denli sağlıklı olacağımızı etkiliyor. Doğal olarak tarzı etkileyen daha birçok öğe var ama konumuz ile ilintili olmadığı için pratik açıdan bunlara burada yer vermeyeceğiz. Her insanın bir temel kişilik tarzı vardır; bu tarz nefsi ve başkalarını anlamada kullanacağımız bir anahtardır.

Çoğu Enneagram öğreticisi tarzın kökeninin bilinmediğini kabul eder. Tarzımızın kısmen kalıtımsal, kısmen doğumdan önce gelme, kısmen ise öğrenilmiş, koşullanmış olduğu açık gibidir. Kişiliğimizin hepsi değil ama bir kısmı doğumla oluşmaktadır. Anne babalık bu konuda önemli bir yer tutmaktadır ama kanımıza göre, bir çocuğun hangi tarz olacağı anne babalık ile saptanmıyor.

Anne babanın kişilik tarzları kesinlikle çocuğun kişilik tarzını “yaratmıyor.” Eğer kalıtım kendi başına tarzı saptıyor olsaydı bir anne babadan doğma tüm çocukların aynı kişilik tarzına sahip olmaları gerekirdi veya bu anne babadan daha çok bazı tarzlarda çocuklar doğuyor olurdu. Anne babanın tarzlarına bakarak çocuğun tarzını tahmin etmeyi olanaksız kılan bir kalıtım değneği var gibi gözüküyor. Neyse ki Enneagram bilgisini veya herhangi bir tipolojiyi veya yöntemi temel alarak izleyen nesilleri saptamak için bir “ tarz mühendisliği” söz konusu değildir.

Tarzın gelişmesine yol açan içsel ve kalıtımsal yapılara kişinin mizacı deniyor. Diğer bir deyişle, ailemize belirli bazı kartlar dağıtılmış olarak geliriz ve bu temel taşları en iyi şekilde kullanma yollarını bulmalıyız. Tabii ki mizacımızı biz bilinçli olarak seçemiyoruz, anne babamızın da bu konuda bilinçli veya bilinçsiz bir seçimi söz konusu değil. Kişilik tarzımız ile ilgili bilinçli seçimlerimiz daha sonra gelişmemiz sırasında ortaya çıkıyor ve kimliğimizin, özellikle belirli hislere ve özelliklere izin veren veya onları engelleyen “ nefis algılamamızın” oluşmasını sağlıyor.

Mizaç, yaşamın ilk evrelerinde kendini genellikle üç şekilde gösterir; bilim insanları mizaç tarzlarını “ yüksek seviyede tepki verenler,” “ düşük seviyede tepki verenler” ve “ ara seviyede tepki verenler” olarak ayırır. Enneagramda bu üç grup Hornevian Gruplara karşılıktır- yüksek seviyede tepki verenler agresifler (girişkenler), düşük seviyede tepki verenler içine kapanıklar, ara seviyede tepki verenler ise boyun eğenlerdir. Örneğin, Sekiz’ler, Yedi’ler ve Üç’ler açıkça bol miktarda enerjiye sahip, dünyada olup bitene hevesli- ve bazen hiperaktif (aşırı hareketli)- yüksek seviyede tepki veren bireylerdir.

Mizaç konusu çocuk gelişiminin başka bir sorununa da ışık tutmaktadır:

Çocuğun mizacı ile anne babanın mizacı arasındaki uyum. Yüksek seviyede tepki veren bir çocuk, düşük seviyede tepki veren veya enerjilerini kısıtlayacak şekilde bir nevroza saplanmış ve dolayısıyla işlevselliğini yitirmiş anne babalar için zor bir durumdur. Tam tersi de doğru olabilir: Anne babalar yüksek seviyede, çocuk düşük seviyede tepki veren olabilir. Yinelemek gerekirse nesiller arası mizaç uyumu dikkate alınmazsa zorluklar çıkarabilir. Temel sorular şunlardır: “Anne baba ve çocuk arasındaki mizaç uyumu nedir? Çocuğun ihtiyaçları ile anne babanın ihtiyaçları ne denli uyuşuyor? Anne babanın çocuklarından beklentileri, çocuğun mizacı ile karşılaştırıldığında ne kadar gerçekçidir? ‘Kötü’ bir mizaç uyumu olduğu zaman çocuk nasıl onaylanacak ve yansıtılacak?”

Anne babalar tarzı veya mizacı saptamıyorlar ama çocuğun genel kişilik örüntüsünün belirginleşmesinde, özellikle bilinç ve kimliğin belirdiği gelişme seviyelerinin saptanmasında çok önemli bir rol oynuyorlar. Anne babalarımız tarzımızı saptamıyor olabilirler ama tarzımızın içinde ne denli sağlıklı olduğumuzu saptıyorlar.

Örneğin, işlevselliğini yitirmiş bir aileye doğmuş bir çocuk kendini savunmayı ve bu işlev bozukluğunun derecesine göre kimliğini oluşturmayı öğrenmek zorunda olacaktır. Yıkıcı, taciz eden, ihmalkâr anne babalar, çocuğun yapmak zorunda olduğu uyarlamaları tabii ki etkileyeceklerdir. Çocuğun Temel varlığı büsbütün içine kapanacak ve olağandan daha fazla savunulmak zorunda kalacaktır.

Çocuklar anne babaların işlev bozukluğunun derecesine göre kendilerini savunmak için “kapanırlar.” Bu kapanma derecesi çocuğun içinde bulunduğu Gelişme Seviyesinden anlaşılır. Böylelikle, aynı temel mizaca sahip iki çocuk, ailelerinin sağlık seviyelerine göre değişik Gelişme Seviyelerinde yer alırlar. Daha işlevsel olan ailenin çocuğu daha üst Seviyede olacaktır.

Enneagram üzerindeki çalışmalarımız böylelikle, anne babalığın (ve sağlık, eğitim, kaynak geçerliliği gibi diğer çevre unsurlarının) niteliğinin çocuğun işlevsellik seviyesi üzerinde muazzam etkisi olduğu gözlemini doğrulamaktadır. Kişinin tarzının, çocukken tabi olduğu anne babalık niteliği ile hiçbir bağlantısı yoktur.

Öte yandan Gelişme Seviyelerini inceleyerek bir çocuğun, ailenin durumuna kendini uyarlayabilmesi ve ailede güvenli bir yer edinmesi için ne denli savunmaya ihtiyacı olduğunu görür ve dolayısıyla ailenin işlev bozukluğunun derecesini anlayabiliriz.

Not: Metin, Don Richard Riso ve Russ Hudson’un “Enneagram ile Kişilik Analizi” kitabından alıntıdır.

Enneagram Tiplerinin Benlik Yapısı

Öncelikle şunu belirteyim ki, Enneagram’ın insana ve kişiliğe yaklaşımı çağdaş psikolojiden biraz farklıdır. Enneagram insanı psikolojik temelli değil, ontolojik, ahlaki ve potansiyel olarak ele alır. İnsanı ortaya çıkmış tutum ve davranışlarıyla değil, potansiyeli ile inceler. İnsanın önce bütünsel potansiyelini, sonra bölünmüş merkezlerin potansiyelini en son olarak da tiplerin potansiyellerini açıklar. Enneagrama göre potansiyellerin hepsi birden ortaya çıkmaz, yaşam içerisindeki dışsal koşullara bağlı olarak ortaya çıkar. Bazı potansiyellerin ortaya çıkması 40’lı, 50’li yaşları bulabilir.

Enneagram insan ve evreni ayırmaz, evrensel varoluş ve hareket dinamikleri ile insanın varoluşsal ve eylemsel dinamiklerinin aynı olduğu ve evrenle insanın bütünlük içinde hareket ettiği savını savunur. Bu nedenle Enneagramla ilgili yaklaşımları psikolojik terminoloji ile değil, Enneagramın kendi terminolojisi ile ifade etmeyi tercih ediyoruz.

Enneagrama göre insan, ikinci bilinç düzeyine düştüğünde (egoist benlik), evrenden ve ötekilerden ayrı bir varoluş, değer ve anlam yaratmaya çalışır. Bu ayrışma onun yeni bir kişilik, benlik ve varoluş mücadelesi yüklenmesiyle devam eder.

Enneagrama göre benlik, “ben” ve “ötekiler” ayrışmasını benimsemiş, ancak dualite (iki üçlü kıyasllama) ile yorumlama yapabilen, düşük dikkat düzeyinde üretilen algı ve  tutumlar bütünüdür. Mutlak surette kendini “ötekilere göre” kıyaslama ve konumlandırma vardır.

Benlik algılaması, ötekilere göre “benim varlığım, benim değerim ve benim anlamım” “nasıldır” “nasıl olmalıdır” “nasıl sağlarım” sorularının peşine düşmüş bilişsel örüntülerden oluşur. Bu sorulara gündelik yaşamdaki algıların yorumlanmasıyla verilen cevaplar tiplerin tutumlarına ve duygulanımına kaynaklık eder.

Enneagram açısından tiplerin benlik yorumları, ikinci dikkat-bilinç düzeyinde üretilen, bilinçten mahrum mekanik bir yapıya sahip ve dürtüseldir. Benlik algısı üreten bilinç düzeyinden ayrılmadıkça, benlik algımız bizi ele geçiriyor, bireyliğimiz silikleşiyor, kişiliğimiz aktif oluyor. Kişilik (persona), ötekilere gösterdiğimiz yüzümüzdür. Kişilik, ötekinin görmek istediği bir imaj ürettiği için, “başkalarının arzularının nesnesi” (Agah Aydın) olma halidir.

Birey ile kişilik arasındaki en önemli farklılık bireyin varlık, değer ve anlamını içinde aramasına karşılık, kişiliğin bunları dışarıda aramasıdır. Bu nedenledir ki egodan ayrılıp birey olma yolculuğu olarak aydınlanma; varlık, değer ve anlamını içsel olarak keşfetme ve hissetme sürecidir.

Enneagram tiplerinin temel benlik görünümü, benlik yapısı, benlik algısı ve ötekiler algısı şu şekildedir:


1. Mükemmeliyetçi: Eleştirel benlik. Ben mükemmelim, ötekiler kusurlu.


2. İlgici: Saklanmış Benlik. Ben yardımseverim, ötekiler muhtaç.


3. İmajcı: Yapmacık benlik. Ben imrenilenim, ötekiler silik.


4. Farklılıkçı: Bireyci benlik. Ben özelim, ötekiler sıradan.


5. Gözlemci: Geri çekilmiş benlik. Ben uzmanım, ötekileri tanımalıyım.


6. Kuşkucu: Kuşkulu benlik. Ben sadığım, ötekiler güvenilmez.


7. Maceracı: Bencil benlik. Ben eğlenceliğim, ötekiler sıkıcı.


8. Karizmacı: Öne çıkarılmış benlik. Ben güçlüğüm, ötekiler zayıf.


9. Uzlaşmacı: Sindirilmiş benlik. Ben barışçılım, ötekiler de insan. 

Dr. Abdurrahman Subaş

Eğitim ve Yönetim Bilimci

16.03.2019

Örgütsel Yaratıcılar Olarak Izdırap ve Cazibe

Yirmibirinci yüzyıl insanı, insaniliği ihmal edilmiş yüksek dozda inovasyonun ürettiği yeni problemlerle ve yeni ihtiyaçlarla karşı karşıya kalmaktadır. Yeni ihtiyaçlar ve yeni problemler için yeni bir inovasyon anlayışına ihtiyaç vardır. Klasik entellektüeller çözüm için sadece bilgiyi adres gösterseler de iş ondan ibaret değildir. İnovasyon için bilgi gereklidir ancak yeterli değildir, önce ilham gerekir.

İlham ve yaratıcılık bilgiden gelmez, ancak geldiğinde bilgiyle şekillenir. Karıştırmamak lazım. İlhamın ve yaratıcılığın kaynağı bilişsel, duygusal ve eylemsel dinginlik, onu bir forma sokansa bilgi ve kavramsal zenginliğimizdir.

Ancak sıradanlığı kabul edenlerde bilişsel, duygusal ve eylemsel dinginlik oluşabilir. İlham birçok kez birçok kişiye gelebilir, ancak uyanık bir bilinç bunu görebilir ve gelen hediyeyi kabul edebilir. Dinginlik, ilham ve yaratıcılığın alıcısıdır. Dinginlik olmadığında dikkat dağıtıcılar geleni görmemizi, kabul etmemizi ve eyleme dönüştürmemizi engelleyebilir.  

İlham ya da yaratıcı düşünce enerjisinden mahrum olarak kullanılan bilgi taklidi fikirler, taklidi çözümler ortaya çıkarır. Yaratıcı düşünce enerjisi, bizde ızdırap ve cazibe oluşturan koşullar tarafından tetiklenir.

Rahatsız eden koşullardan ayrılma isteğini (ızdırap), gitmek istediğimiz yer ise cazibeyi (coşkuyu) oluşturur. Bu ikisi tezahür ettiğinde yaratıcı düşünce ortaya çıkar.

Yaptığınız işlere motive olmak istiyorsanız paydaşlarınızın memnuniyetini dinleyin.  Örgütsel yaratıcılığı (inovasyon) harekete geçirmek istiyorsanız paydaşlarınızın şikayetlerini dinleyin, bu şikayetler can sıkıcıdır ama ızdırap ve cazibeyi kullanmanızın önünü açar. Hem motivasyon hem inovasyon istiyorsanız paydaşlarınızın memnuniyetini ve şikayetini dinleyin.

Yaratıcı düşünme enerjisinin hayat bulmasında kullanılan ağlar ne kadar çok olursa ortaya çıkacak inovasyonu o derece zenginleştirir. Bir kişinin sadece kendi bilişsel ağlarını kullanması ile 3 kişinin aralarında aynı konuyla ilgili ağ oluşturması arasında muhteşem farklılıklar vardır. Ne kadar çok kişi ağa duygusal olarak dahil edilirse sonuç o kadar kapsayıcı ve muhteşem olur. “Bir elin nesi var iki elin sesi var” her zaman devrededir.

Yaratıcı düşünce ortaya çıktığında onun yaşama geçirilmesi önce kavramlarla ifade edilmesiyle düşünsel formda (ağ kurup akletme) oluşur.

Düşünsel formun hayat bulması ise olanakları (kaynakları) kullanarak eylemde bulunmakla (çaba) mümkün olur.

Sürecin sonunda problem çözülmüş, inovasyon kullanılır hale gelmiştir. Görselde de ifade edilen yaratıcı düşünme ya da inovasyon sürecini şöyle özetleyebiliriz:

Yaratıcı düşünmenin zemininde (iklim) duygusal, zihinsel ve eylemsel dinginlik vardır. İnovasyon sürecini sürdürmek için ihtiyacımız olanlarsa duygusal zeka, niyet duruluğu, odaklanma, işbirliği, çaba ve sebattır. İnovasyonun zemini ve yol ihtiyaçları anahtar hükmündedir. İnovasyonun gelişim süreci ise şu şekildedir:

Izdırap: Koşullardan rahatsızlık ve ayrılma duygusunun yükselmesi.

Cazibe: Ulaşılmak istenen yere ulaşma duygusunun ortaya çıkması.

İlham: Gelen yüksek enerjinin kabulü, çözüm fikrinin parlaması ve fikrin kavramsallaştırılmasıdır.

Akletme: Düşünme, ağ kurma, istişare ve bilgiyle planlamadır.

Eylem: Plan için eyleme geçme, eylemi sürdürme ve süreci tamamlamadır.

İnovasyon: Süreç sonunda ortaya çıkan, arzedilip kullanılabilir hale gelmiş ürün ve ya hizmetlerden oluşan çözümlerdir.

Izdırabınız, cazibeniz ve inovasyonunuz bol olsun.

Dr. Abdurrahman Subaş

Eğitim ve Yönetim Bilimci

15.03.2019

“Nasıl Ne Ara Bu Hale Geldik?” El cevap:

Son yıllarda giderek artan vicdan sızlatıcı gelişmelerden sonra bu soruyla çok karşılaşıyoruz. Bir klişe olsa da bir sorgulamanın başlaması için iyi bir muhteva doğuracak potansiyelde bir soru. Bu gün sosyal medyada birisi, engelli yürüme şeritlerinin üzerine park edilmiş araçlar yüzünden şeridi bulmak için meydanı turlayan görme engelli vatandaşın görüntüsünü paylaşmış ve bu soruyu sormuştu:

“Nasıl Ne Ara Bu Hale Geldik?”

İçimizi burkan her olaydan sonra ortaya çıkan bu soruya içsel cevaplarımı sizinle paylaşmak istiyorum.

 Soruya cevap vermeden önce kısa bir açıklama yapmama müsaade edin: Bu yazıda her hangi bir örnek verip örnek üzerinden herhangi bir topluluğu rencide etmemeye niyet ettim. Çünkü rencide ettiğimize zarar veririz. Oysa daha çok insana ulaşmaya, daha çok insanı uyandırmaya ihtiyacımız var. Ancak böyle çıkarız bu halin içinden. Zira,“yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz ve dahası umutsuz insanlara öğretmemiz gerekiyordu” diyor ya hani Viktor E. Frankl, bu sebeple ümit kesici ve kınayıcı olmaya hakkımız olmadığını düşünüyorum. Milletçe hepimizin umuda ihtiyacı var. Ve umut şefkatle yeşeren bir nüvedir. Neticede “utancını kınadığın bir insanın umudu olamazsın” (Fırat Tanış).

İnsanın dünya deneyimi, ipte yürüyüş yapan akrobatın (cambaz)  gösterisine benzer. Akrobat dengeyi kaybederse çakılıp parçalanır. İpten karşıya doğru geçmek isteyen akrobat iki şeye dikkat etmelidir. Birincisi kendini emniyet kemeri ile yürüyeceği ipe bağlamalıdır ki düştüğünde yere çakılmasın, asılı kalıp yoluna yeniden devam edebilsin. İkincisi ise ya bir denge çubuğu almalıdır eline ya da kollarını denge çubuğu gibi kullanmalıdır. Bu iki şeyi yapmadan ipten karşıya geçmeye çalışmak yere çakılmaktan korkmayacak kadar büyük bir cahil cesareti ister.

Yaşam o kadar ince bir hat üzerinde ilerliyor ki biz kendi başımıza dengede duramayız, sendeleriz, düşeriz, dağılırız. Gurdjieff, “insan başaramaz” derken bu acziyetimize işaret etmektedir.

Yaşam yolculuğunda dengede durabilmemiz için sarsılmaz bir dayanağa (ipe)  sıkıca tutunmamız gerekir ve bu bizim irademize verilmiştir. Buradaki irademiz denge çubuğu edinmemiz ve emniyet kemeri kullanmamızdan ibarettir.

Bu denge ipine siz kendi inanç ve felsefenizde bir isim bulabilir ve yazının devamını inancınıza uygun imajine ederek devam edebilirsiniz.

Bu ip, kozmik düzen, bağlantısal bütünlük ya da ilahi nizam diye isimlendirmeler yaptığımız kainatın (Laniakea) şuurudur.  Evet, Laniakea’nın bağlantısal bir şuuru vardır. Sistem herkesi denetler. Herkese niyeti, eylemi, ihtiyacı ve çabasına göre cevap verir.  

Bu şuura bağlanırsak dengede kalabiliriz. Bu şuurdan ayrılır, kendi bildiğimizi okursak (ego) emniyet kemeri ve denge çubuğu kullanmayan akrobata benzeriz.

Bu şuura nasıl bağlanabilir, nasıl bağlantılı olabiliriz?

Bu şuura bizi bağlayacak temel disiplinler var. Bu temel disiplinlerden bildiklerimin hepsine değil, en temel olanlarına değinmek istiyorum.

Bizi dengede tutacak yol azıkları samimiyet, hakkaniyet, adalet, birlik (kardeşlik), emanet, temizlik, şefkat, sevgi, ihsan (iyilik) ve sorumluluktur (çaba).  

Bu temel disiplinler, bizim kozmik şuur ipine tutunmamızı sağlayan emniyet kemerleridir. Bunları terk ettiğimizde, egolarımızla başbaşa kalır, kendimizi boşluğa bırakmış oluruz.

Bu ipten tutunma bizi karşıya geçirir ve bunun adı İslamda hidayet, Hint inançlarında Nirvana, klasik batı felsefesinde aydınlanmadır. Her üç yaklaşımda da ipten tutunma bizim irademize bağlı ancak yolu tamamlama İlahi Kudretin lütfuna tevdi edilmiştir.

“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın…” (Ali İmran Suresi, 103)

İpten tutunmaya hep birlikte parçalanmadan yönelme nasihat ediliyor. Demek ki bireysel olarak tutunmak diye bir şey yok, başkalarını da tutunması için gönüllü eylemlerimiz olmalı. “Başkaları için yaktığın ateş, senin de yolunu aydınlatır” (Budha).

Şimdi baştaki soruyu tekrar hatırlayalım:

“Nasıl Ne Ara Bu Hale Geldik?”

Evet, bu ipleri tek tek bıraktık. Bu iplerden tutunmanın bize yük olduğunu, bizi sınırlandırdığını sandık ve aldandık. “Ötekinin yangınında ısınıp”, “bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın”ın konforuna kapıldık. Hakkaniyeti ucuz menfaatlerimize ve dar görüşlerimize kurban verdik. Ve şimdi ipin üstünde miyiz, yoksa boşluğa çoktan düştük mü bilemiyorum. Ancak bu satırları yazmamın gerekçesi olan bir inancım var:

“Belki iplerden bir tanesini henüz bırakmamış olabilir, ona tutunarak diğerlerini de yakalamayı başarabiliriz.”

Bunun için Frankl’ın, “yaşamın bizden ne beklediği” sorusuna yeniden dönmek ve odaklanmamız lazım.

Gerçi biz her şeyin doğrusunu biliyor, doğru yolda ilerlediğimizi varsayıyorduk. Oysa Matrix repliğinde bize, “yolu bilmek ayrı yolda yürümek ayrı” diye hatırlatma yapılıyordu. Biz yolu bulmuş yolculuğu ihmal etmiştik. “Hakikatler aranırken yollar bulunur. Fakat aranılması gereken şey yollar değil hakikattir.” (Dr. Bedri Ruhselman). Yola aldanıp hakikat arayışımızı sonlandırınca hakkaniyet ipine sarılmayı da terk ettik. Oysa biz hakkaniyete sarıldığımız sürece ipe bağlı kalabilirdik. Ama “yolunu bulma”nın cazibesi reddedilemez görkemdeydi…

Hakkaniyetten ayrılanların kaçınılmaz olarak tutunmayı bırakacağı ikinci ip adalettir. Normal zamanlarda, bireysel olarak hakkaniyetten ayrılsak da devletin hukuk sistemi adaleti tesis edebilir. Neticede “Devletin dini adalettir” (Hz. Ali) ve devlet bireyin hakkaniyetsizliğini telafi eder. Ama adalet ipini bırakanlar olarak o kadar çok kalabalıktık ve o kadar aç gözlü işler yaptık ki devletin adaletini isteyemez hale geldik. Zira adalet gelirse menfaatlerimiz zedelenebilir, hesap sorulanlardan biri de kendimiz olabilirdik.

Yaşamın bizden beklediği sorumluluğu unutup, yaşamdan bir şey elde etme hırsına büründüğümüzde, adalet gider yerini acımasız bir rekabet alır. Adaletsiz rekabet can yakar, kan döker, bireye ve topluma ağır maliyetler yükler. Böyle bir rekabet ortamında kaybedeceğimiz üçüncü ip, birliktir. Adaleti ve birliği bozulmuş rekabet içindeki toplumlarda canların yanması maalesef sadece bir sonuçtur.   Ve bu sonuçla yüzleşenlere son bir çağrı daha var:

“Canı yanan sabretsin. Can yakan, canının yanacağı günü beklesin.” (Hz. Muhammed)

“Nasıl Ne Ara Bu Hale Geldik?”

Asırlar öncesinden gelen “talep ettiğine dikkat et zamanla ona dönüşürsün” diyen Mevlana’nın ve “insanın değeri aradığı şeydir” diyen Platon’un mesajlarına kulak tıkadık, menfaat arzuladık ve birileri için menfaat nesnesi olduk, şimdi de menfaatlerimiz gibi değersiz olduk.  

Buzdağının görünen kısmından yeterince ıstırap çekip kurtuluş arayanlara selam olsun. Yol emniyetinin güvencesi olan yukarıda sayılı emniyet kemerlerinizden elinizde kalanlara sıkı tutunun, mümkünse bir kemer daha bağlayın…

Yolun biri kapanırsa yol bulunur, yeter ki aranan hakikat olsun. “Hakikat aramakla bulunmaz ama bulanlar ancak arayanlardır” (Beyazıd-ı Bestâmi). Arayanların yolu açık olsun.

El cevap: Şahsi menfaatlerimiz, bizi meşhur hikayedeki haşlanmış kurbağa gibi önce mayıştırdı, sonra duyarsızlaştırdı, sonra da içimizdeki insanı öldürdü…

Dr. Abdurrahman SUBAŞ

Eğitim ve Yönetim Bilimci

13.03.2019

FARKINDALIĞI KABULLENİŞİN BİLİNCİ

“Dikkat dağıtıcılara rağmen yaptığı işe odaklanan insanlar sezgilerini keskinleştirir, irade güçlerini geliştirir, dayanıklılık seviyelerini artırır.” Daniel Goleman


İnsan beyni muhteşem bir kapasiteye sahiptir. Ancak bu kapasitenin kullanımı konusunda sorunlar yaşamaktayız. Eğitimde, yönetimde, işte, ailede ve sosyal yaşamda çeşitli sorunlar yaşamakta, bu sorunlar karşısında çözüm üretemeyip çıkış yolu bulamadığımızda çaresiz ve yetersizlik duygularıyla baş başa kalmaktayız.

Şunu özellikle belirtmeliyim ki, bireyin karşısına çıkan her problem çözümü ile birlikte gelir. Ancak biz geleni daha anlamadan çözüm üretme, problemden kurtulma, ya da problemi görmezden gelme tutumlarına o kadar çok alışkınız ki karşılaştığımız problemlere çözüm üretecek kapasitemizin olduğunu çoğu zaman hatırlayamayız. Asıl problem de budur. Bunun nedeni bilişsel, duygusal ve eylemsel kapasitemizi gerçek zamanlı olarak kullanamamaktır.

Bilişsel potansiyelimiz gelecekle ilgili planlar ve kaygılarla, duygusal potansiyelimiz geçmiş hikayelerdeki bitmemiş işler ve arzularla, eylemsel potansiyelimiz ise yaşamdaki haz ve acı veren fenomenleri keşfedip çevremizi yaşanabilir bir yere çevirmek için elimizin uzandığı yere kadar kontrol altında tutmakla meşguldür. Bu içsel meşguliyetler bizim dikkat ve enerjimizi o kadar dağıtır ki, olay ve olguları gerçek zamanlı ve nesnel olarak algılamaya ve yorumlamaya mecalimiz kalmaz. Oysa problemlere şuurlu çözümler üretebilmek için gerekli olan şey yeterli içsel dinginlik ve yüksek konsantrasyondur.

Kapasitemizin tam olarak kullanılabilmesi duygusal, zihinsel ve içgüdüsel olarak yeterli dinginliğe ulaşmamızla mümkündür. Ancak yeterli dinginliğe ulaşabilirsek dikkat ve konsantrasyonumuzu gerçek zamanlı olarak kullanabiliriz. Dikkatimizi gerçek zamanlı olarak kullanmaya başladığımızda gerçekleri nesnel olarak algılar, yorumlama ihtiyacı hissetmez, gerçekliği olduğu gibi kabul ederiz. Çözüm tam da bu noktada yüksek bir bilinçle kendiliğinden üretilir.

Gerçek zamanlı (an’da) farkındalık ve kabul içeren bilinçlilik hali, bizim duygusal zekamızı yükselttiği gibi, kaygı ve endişelerimizi de düşürmekte, içsel huzurumuza katkı yapmaktadır. Bu döngü beynin işlevsel potansiyelini yükseltmekte, daha yaratıcı, daha kapsayıcı, daha şefkatli ve ana özgü çözümler/tutumlar geliştirmemizi sağlamaktadır. Zira beynin yaratıcılığı kaygı ve endişeden uzak, gerçek sorumluluk taşıdığı zamanlarda ortaya çıkmaktadır. Sorumluluk,  karşılaştığımız olayları çarpıtmadan algılayacak farkındalık, gerçekliği olduğu gibi içselleştirecek kabul mekanizması ve kabul edilmiş gerçekliğe uygun çözüm üretecek bilişsel süreçleri kullanmayı kapsamaktadır. İlk ikisini yapmadan ortaya attığımız çözümler bize ya da başkalarına zarar verecek içeriktedir. Ancak ve ancak “farkındalık ve kabul”  bilinçli davranmamızı sağlar. O halde biraz bu sürecin içsel mekaniğine değinelim.

Ana özgü bilincin çalışması için bireyin 3 potansiyelinin de şimdi ve burada olması, birlikte çalışması ve endişeden uzak sükunet halinde olması gerekmektedir. Dikkat ve konsatrasyonumuz şimdi ve burada olduğunda, duygu merkezi kendimizin ve çevremizin farkındalığını onaylarken, içgüdü merkezimiz geleni olduğu gibi kabul etmekte ve zihin merkezimiz gelene uygun bilinç üretmektedir. Gelen gerçekliğe ilişkin farkındalık veya kabulümüzdeki eksiklik zihnimizin yanlış çıkarımlar ve kusurlu çözümler üretmesine sebep olmaktadır.

Gerçekliğe ilişkin farkındalığımız duygu merkezinin izin verdiği oranda gerçekleşmektedir. Duygu merkezi gerçekliği yalın olarak farketmemize onay vermek istemez. Zira gerçeklik bazen duygusal yükler getirir (üzüntü, keder, acı vb…).  Bu yükler duygusal gerilimlere kaynaklık edebilir. Bu nedenle duygu merkezi, gerçekliğe ilişkin somut farkındalığı her zaman onaylamaz. Algılananın sadece işine gelen kısımlarıyla ilgili farkındalık gelişmesine onay verir.

Öte yandan gerçekliği kabul etmek eylemsel sorumluluklar getirir.  Gerçekliği kabul etmek içgüdü merkezine eylemsel sorumluluklar yüklemektedir. Bu bazen istemediğimiz eylemler de olabilmektedir. Bazen kabul etmek paylaşmayı, vermeyi ve almayı gerektirir. Tüm bunlar konforlu alanın terkedilmesi ve denetimin askıya alınması demektir ki bu içgüdü merkezinde gerginlik yaratır.  Gerçekliği kabul etmenin eylemsel sorumluluklarını üstlenmek istemeyen içgüdü merkezi, gerçekliği almak istediği sorumluluklar kadar kabul etme eğilimindedir.

Gerçekliğin yalın olarak algılanması zihin merkezinde gelecekle ilgili kaygılar üretilmesine sebep olabilmektedir. Zira gelecek ne kadar net görünüyorsa zihin merkezi kendini o kadar büyük konfor ve güven içinde hissetmektedir. Bu konfor ve güven alanını terk etmek istemeyen zihin merkezi gerçekliğe uygun çözüm üretmek yerine alternatif gerçekler üretmeyi (imajinasyon) tercih eder.  

Tüm bu çalkantılı içsel süreçleri yaşamamızın sebebi dikkatimizi duygusal, zihinsel ya da içgüdüsel akıntılara teslim etmiş olmamızdan kaynaklanmaktadır.

Gerçek zamanlı dikkat ve konsatrasyonda duygu merkezi gerçekliği olduğu gibi fark etmektedir, içgüdü merkezi gerçekliği olduğu gibi kabul etmektedir, zihin merkezi ise farkındalığı onaylanmış ve kabul edilmiş gerçekliğe uygun şuur (bilinç/çözüm) üretmektedir.

Özetlersek gerçekliğe ilişkin gerçek zamanlı farkındalık ve kabulleniş bize bilinçli olmanın kapısını açar.  

Dikkat ve konsatrasyonunuzu gerçek zamanlı kullanma dileği ile sevgiyle kalın.

Dr. Abdurrahman Subaş

Eğitim ve Yönetim Bilimci

06.03.2019