İnsan İçinden Taşar

İsa: “Ona ilk taşı, aranızda günahsız olan atsın!”

(Yuhanna, 8. Bölüm)

Sizlere bu kez zor bir şey önereceğim sevgili okurlar. Yazıyı okurken birlikte kendi içimizde yolculuğa çıkmayı öneriyorum. Nasıl mı?

Gelin hep beraber yaşamımızdaki en karanlık, en kirli, en utanç verici anılarımızı hatırlayalım…

“Böyle yazı mı olur?” diyen bir içsel ses varsa onu da yanınıza alarak gelin lütfen… Şimdi bir süre o anılarımızın içinde gezinip yazıya ondan sonra devam edelim dilerseniz.

………

Belki de benden başka hiçbirinizin böyle bir anısı yoktur. Belki de hikayesinde böyle anıları olmayanımız yoktur… Belki bunları yaparken yalnız kalacağım, belki de çok kalabalık olacağız…. Kim bilir.., kendini…?

…..

Utanmak, dayanılması çok zor bir duygu olduğundan insana utançlarını unutturur. İnsan utançlarını unutur unutmasına da asıl sorun utançlarımızı unuttuğumuzu da unutmamızdır. Utançlarımızı unuttuğumuzu unutmak bizi canavara çevirir. Utançlarımızı unuttuğumuzu unuttuğumuzda her linçte ilk taşı atmaya, ilk kırbacı vurmaya, en büyük tükürüğü savurmaya pek istekli oluruz…

Neden biliyor musunuz? İnsan, utançlarını unuturken kendisine karşı oluşan öfkesini de bastırmış olur. Kendimize karşı oluşmuş öfkeyi bastırırsak, öfke başkalarına yöneltilir. Yoksa o öfke ve hınç bizi içeriden yer bitirir. İşte burası insanın kendini, kendini bilmeyi ve haddini bilmeyi unutmasının en zifiri karanlığıdır…

….

Şimdi gelin hep beraber “o hak etti” diye içimizden haykırarak başkalarını taşladığımız, en galiz küfürleri savurduğumuz, en ağır eleştirileri yaptığımız anlarımızı hatırlayalım.  Öfkemizle ötekini öldürürken dilimizle, bakışlarımızla ve ellerimizle kendinizi nasıl da temizlemeye çalıştığımızı görmeye çalışalım. Şimdi o anılarınızın içinde biraz gezinelim ve yazının devamına ondan sonra devam edelim dilerseniz.

…..

Ötekine yönettiğimiz bunca öfke, acaba kendimize yöneltmeye cesaret edemediğimiz kin ve nefretimizin başkasına yansıtılması olabilir mi? Tüm bunlar utançlarımızı unutmak için kendimizden kaçışımız olabilir mi? Kendimize atamadığımız kırbaçları başkalarına atıyor olabilir miyiz? Acaba ötekine yöneltilmiş en ağır eleştirilerimiz, kendimize söylemeye kıyamadığımız sözlerimiz olabilir mi? Utanmaza diktiğimiz ateşli gözlerimiz, kendi içimize bakmaktan korkup kaçarken dışarı fırlamış gözlerimiz olabilir mi? Ve tüm bu tutumlarımız, kendimizden kaçışın hızıyla ötekine çarpma olabilir mi?

Hele gezinelim biraz içimizde lütfen…

…..

Gezinelim de kendimize kıyamayışımıza karşılık, ötekine kıyma cesaretimizi gözlerimizin önüne serelim… Vicdanımızın gözlerini, kendimize kıyamayıp ötekine kıyışımızın üzerine dikelim…

Hadi bakalım ve görelim ne kadar bakabileceğiz kendi utançlarımızın yüzüne ve ne kadar kırbaçlayabileceyiz o utanç dolu hallerimizi…

….

İnsanız, utanç veren eylemlerimiz olur ve unuturuz. En çok ve en kolay da utançlarımızı unuturuz… Utançlarını unuttuğunu unutandan bir insan çıkar mı sizce? Utançlarıyla yüzleşip hesaplaşmadan onları unutmuş insan, başkasının utançlarını görmezden gelebilir mi sizce?

Şimdi biraz da tüm o utanç anlarımıza rağmen bizi yaşamın içinde utandırmadan koruyan, utançlarımızı kendimize karşı bile örten, Tanrı’nın merhametini hissedelim… Hissedelim ve kendinize gelelim. Kendimize gelelim ki ötekinin utançlarının üzerinde sörf yapmayı bırakabilelim… Kendimize gelelim… Tüm ilgi ve dikkatimiz ötekinin utançlarıyla meşgul olurken, kendimizi nasıl hatırlayabiliriz ki… Gelin, kendimize gelelim önce… Gelin kendimize şefkat ve merhametle gelelim önce… Ötekinin utançlarının arkasına saklanmayalım… Kendimize şefkat gösterelim… Kendimize şefkatle gelelim… Şefkatle kendimize gelelim…

Şu meşhur hikayeyi bilirsiniz: Zina yaparken yakalanan bir kadın, İsa Peygamberin huzuruna getirilir ve taşlanarak öldürülmesi talep edilir. Hz. İsa, talep edilen cezayı onar ama şöyle der: “Ona ilk taşı, aranızda günahsız olan atsın!” (8. Bölüm, Yuhanna) Bir süre sonra meydanda kimse kalmamıştır, ilk taş da atılmamıştır… Bu olay, Nebi İsa’nın ümmetinin günahkarlığını değil, “kendini bilme” erdemine sahip olduğunu ve kendine karşı şefkatli olmayı tercih ettiğini gösterir.

Gelin, attığımız tüm taşları geri toplayalım… Geri toplayamayacaksak da kendimize atamadığımız taşları başkalarına da atmamaya niyet edelim… Gelin bu yazıyı okuyanlar olarak taş atmak yerine önce örtü atmayı tercih edelim utananın üstüne. İnsan, örtünün altında daha kolay utanır… Örtü, kendimize karşı beslediğimiz sevgi ve merhametten örülmüş olsun… Ötekinin üzerine örttüğümüz örtünün bir gün bizi de örteceğini unutmayalım…  Varsa kendimize karşı sevgi ve merhametimiz onunla başkalarına çok güzel örtü örülür…

Bırakalım adalet dağıtıp infaz armayı… Önce şefkat dağıtıp merhamet arayalım… Zaten şefkat ve merhametin olmadığı yerde adaleti besleyecek azık da kalmamıştır…

Kendini bilen taşlamaz, örter… Buna en çok kendisinin ihtiyacı olduğunu ve de olmaya devam edeceğini derinden bilir…

Sözlerimizi Kur’andan bir beyanla tamamlayalım:

“Onlar … öfkelerini yutarlar.” Âli İmran / 134.

Şefkat ve merhametiniz sizi yalnız bırakmasın…

 

Dr. Abdurrahman Subaş / Eğitim ve Yönetim Bilimci

28 Eylül 2020 Kartepe

Ego, Birey ve Örgüt

İnsan, sosyal çevresinin arzularının nesnesi olmayı reddetmeden birey olamaz. ‪İnsanın birey olabilmesi için, toplumsal çevresinin nesnesi haline gelmiş bir ego taşıdığını görmesi ve ondan ayrılması gerekir.

Bu ayrılış aynı zamanda öznel kişilikten uzaklaşıp nesnel (objektif) birey olma yolculuğudur.

Kendini ötekine/topluma göre konumlandıran insan, birey değil personadır. Persona (kişilik) içinde birbirinden bağımsız birçok benlik (ego) taşımaktadır. Böyle bir insanın kaç maske (persona) kullandığını kendisi bile bilmez.

İçinde birçok benlik taşıyan böyle bir insan, içsel çatışmalarından kurtulup yaşama bilinçli katılacak motivasyonlardan mahrumdur. Ego hallerindeki insan, yaşama bilinç barındırmayan “sahip olma arzusuyla” katılır.

Oysa yaşama bilinçli katılım “alış-veriş” ilişkisi gibidir. Sadece almak isteyen ya da sadece vermek isteyen bir insanın karşılıklı “alış-veriş” içinde olduğu söylenemez. Yaşama bilinçli katılımda iki yönlü geçirgenlik ve kabul vardır. Bu canlı bir hücrenin çalışma formuna benzer. İhtiyacı olanı hücre zarından içeri alırken, ihtiyacı olmayanı hücre zarından dışarı atar.

Hücrelerinin her birinde ayrı ayrı ego olan bir organizmayı hayal edin, nasıl bir şeye dönüşür?

Ego, alırken de verirken de sadece kendini düşünen bir forma sahiptir. Oysa ontolojik insan ben-sen ayırımı yapmaz. İhtiyacı olanı alırken ihtiyacı olmayanı da aynı kolaylıkla verir.

Bireyin ontolojik potansiyeli, egodan (maskelerden) ayrılabildiği zamanlarda ve ayrılabildiği oranda ortaya çıkar. Egodan ayrılma birey olarak yaratılış gayesine yolculuktur. Bu yolculuk yaşama katılıp sorumluluk almayı gerektirir. Almak ya da vermek üzerine kurulu değildir. “Kendi olmak” üzerine kuruludur.

Kendi yaratılış gerekçesini (zıvadarma) keşfedip onu inşa etmeye yönelmek, insanın biricikliğinin gereğidir ve bu birey olmaya doğru aydınlanmadır.

Bireyin zayıf olduğu örgütlerde lider sultası yüksek, eleştirel kültür zayıf, örgüt yaşamı liderin ufku ve ömrüyle sınırlıdır. Bireyin güçlü olduğu örgütlerde lider etkisi düşük, eleştirel kültür gelişmiş ve örgütsel yaşam liderlerin ufku ve ömrü ile sınırlı değildir.

 

Dr. Abdurrahman Subaş

Eğitim ve Yönetim Bilimci

Leadership 4.0 Duygusal Zeka Mı?

 

 

“Tüm yönetim kitapları, benim yazdıklarımda dahil, diğer insanların yönetilmesine odaklanır. Ama önce kendini yönetemezsen başkalarını yönetemezsin.” Peter Drucker 

Yönetim süreçlerinde liderin bireysel performansını doğrudan, örgütünün performansını dolaylı etkileyen önemli yetkinliklerden birisi liderin dikkat ve konsantrasyonudur. Aslında konu yalnızca liderlerle ilgili değildir. 

Yaklaşık beş yıldır kendi üzerimde yaptığım içsel çalışmalarda deneyimsel olarak, atölyelerime katılanlardan ise sözlü olarak aldığım dönütlerde gördüğüm bir husus var: Dikkatin an’a taşınmasının verimlilik üzerine etkisi muhteşem oluyor. Yıllar önce içsel çalışmalara bilimsel bir merakla başlayıp üzerimdeki tesirini görünce çalışmalara kendimi gerçekleştirmek için devam etmem gerektiğini gördüm. Devam ettiğimiz çalışma yöntemlerinin birçok bilimsel araştırmada test edildiğini ilk kez gördüğümde heyecanlanmış ve içimde büyük bir coşku oluşmuştu.

İçsel çalışmalar açısından dikkat ya da konsantrasyonu, bilincin geçmişte olandan (duygusal imgelenim), gelecekte olandan (zihinsel imgelenim) ve haz odaklı isteklerden (içgüdüsel imgelenim) arınmış olarak şimdi ve burada olana odaklanması şeklinde değerlendiriyoruz. Başka bir deyişle dikkat ve konsantrasyon, “şu andaki” yaşantılara odaklanmamızdır.

Üzülerek bildirmeliyim ki, dikkatimizin ve dolayısı ile enerjimizin büyük bir kısmını duygusal, zihinsel ya da içgüdüsel merkezlerimizin gereksiz dürtüleriyle israf ediyoruz. Duygusal olarak arzulardan, zihinsel olarak kaygılardan ve içgüdüsel olarak kontrol arayışından arınabildiğimiz oranda dikkatimizi an’da olana yönlendirebiliyoruz.
Bizleri an’da olandan koparıp dikkatimizi düşüren, bilincimizin çok az kısmını kullanmamıza neden olan ve enerjimizi israf eden konuların neler olduğunu bilmek için kişiliğimizi tanımamız ve kişilik tipimizden kaynaklanan enerji kaçaklarını ortadan kaldırmamız gerekiyor. Enneagram bu konuda bize çok güçlü veriler sunuyor.


Dikkatin an’dan kopmuş olmasına biz Enneagram’da özdeşleşme diyoruz. Özdeşleşmede tüm sinapslar ortadan kalkıyor, tüm enerji sadece özdeşleştiğimiz konuya harcanıyor. Beynin bir ucundaki bilgiyle diğer ucundaki bilgi arasında irtibat kurulup ana özgü çözüm ortaya çıkması için (bilinç) özdeşik formda olmamamız gerekiyor. Özdeşik formdayken dikkatimiz çoğunlukla bir kişi, olay ya da fenomen ile ilgili ürettiğimiz kurgularla (imajinasyon) meşguldür. Yarattığımız imajinasyon ya çok ürkütücü ya da çok çekicidir, bu nedenle dikkatimizi o kurgumuzdan ayırmayız.


Özel ve profesyonel yaşamımızda bu içsel problemimiz bütün dışsal problemlerden önce çözülmesi gerekiyor. Zira özdeşik formdaki insanın düşen dikkati özfarkındalığını, çevresel farkındalığını, duygusal farkındalığını ve duygu yönetim becerilerini de düşürüyor. Kısaca dikkatin düşmesi duygusal zekamızın da düşmesi anlamına geliyor.

Liderlik, başkalarını etkileme sürecidir ve bu süreçte duygusal zeka kilit konumundadır. Liderin duygusal zekasının düşmesi takipçilerini etkileme ve ilişkilerini yönetme kapasitesinin de düşmesi anlamına geliyor.

Zaman zaman birçoğumuza içsel olarak kendiliğinden gelen bir soru vardır:
“Şu anki görevimde daha farklı ve etkili olabilmek için nasıl davranmalıyım?”
Bunun cevabı kolaydır ama bu cevaptaki kapasiteye ulaşmak zordur.
Cevap, “dikkatimizin an’a odaklanmasıdır”.

Fakat bunu söylendiği gibi kolay hayata geçirilemiyoruz.

Dikkatimizin an’a odaklanması kendimizim, çevremizin, kaynaklarımızın ve ilişkilerimizin bilinçli olarak farkında olmamızı sağlıyor. Bu bir yönüyle mental zekayla duygusal zekamızın birlikte çalışıyor olması anlamına geliyor.
Daha önce kişisel bloğumda “DLM İle Liderliğinize Dinamizm Katın” isimli makalemde liderlik tiplerinin dikkatinin en çok yöneldiği, onların en çok özdeşleştiği konuları özetle ele alıp açıklamıştım.

Dikkatin an’a odaklanması algı zenginliğine, bilincin yükselmesine, ego kaygılarından ve arzularından arınmaya, beyin kapasitesinin daha fazlasını kullanmaya, duygusal zekanın yükselmesine, takım arkadaşlarımızdan gelen önerileri yansız olarak değerlendirmeye ve önerilerden yararlanmaya, kaynakların ve fırsatların isabetli yorumlanmasına kapı açıyor. Aslında an’a odaklanmamış bir zihinde dikkat yoktur özdeşleşme vardır. Dolayısı ile dikkati, an’a odaklanma becerisi olarak da ele alabiliriz.

Peki dikkatimizi an’a odaklamak için neler yapmalıyız? Maddeler halinde değinmeye çalışayım. İlk olarak kişilik tipinizi öğrenmelisiniz. Başka kişilik envanterleri de kullanabilirsiniz, ama insana dair en çok veriyi sunan en derin güdülerimizi bize tanıtan Enneagram’ı kullanmanızı özellikle öneririm.


İkinci olarak liderlik potansiyellerinizi keşfedin. Kişilik tipi size kişiliğiniz hakkında çok bilgi sunar, ama nasıl bir liderlik potansiyeline sahip olduğunuz konusunda profesyonel desteğe ya da raporlamaya ihtiyacınız vardır.


Enneagram kişilik potansiyelimizi ve dinamik liderlik potansiyelimizi öğrenmek bizim dikkatimizi en kolay dağıtan kişisel konuları bilmemiz ve bu konularda uyanık olmamız anlamına geliyor. Dinamik Liderlik çözümlerimiz bu bağlamda geleceğin liderleri için muhteşem açılımlar sağlayacaktır.

Üçüncü olarak bilinçli farkındalığınızı geliştirecek, kişiliğiniz üzerine kuramsal bilginin ötesine geçen iç gözlemci geliştirmelisiniz. İç gözlemciniz sizi yansız-yargısız-objektif olarak gözlemleyen, sizi size rapor eden, bilişsel olarak yapılandırılabilen zihinsel bir fonksiyondur. Bu konuda birçok çalışma yöntemi vardır, herhangi birinden yararlanabilirsiniz. Biz bu konuda Enneagram ve Dinamik Liderlik Transformasyon Atölyeleri ile bireysel ve kurumsal ihtiyaçlara cevap veriyoruz.

Dördüncü ve en önemlilerinden birisi dikkatinizi geliştirmektir. Dikkatimiz yukarıda bahsettiğimiz gibi kişilik merkezlerimiz tarafından yanlı, sübjektif, yargılayıcı ve özdeş formdaki gündemlerimizle o kadar meşguldür ki an’da olan birçok şeyi kaçırırız ve objektiflikten uzaklaşırız. Bu nedenle dikkat çalışması liderler için olmazsa olmazdır.

 

Dikkatimizi an’a getirebilmek için önerilerimi yazacağım. Ancak şuan dikkatinizin şimdi ve burada olup olmadığına dair bir fikir elde etmeniz için şu sorulara içsel olarak cevap vermenizi ve cevaplarınızı aklınızda objektif olarak tutmanızı öneriyorum:

Bu soruyu okumadan önce, oturduğun koltuğu hissediyor muydun? (1)
Bu soruyu okumadan önce nefes alış verişini hissediyor muydun? (2)
Bu soruyu okumadan önce içinde bulunduğun ortamdaki ses, ışık, koku ve eşyaları algılıyor muydun? (3)
Bu soruyu okumadan önce bu yazıyı niçin okuduğunun bilişsel olarak farkında mıydın? (4)
Bu soruyu okumadan önce bu yazının nasıl biteceğine dair bir öngörün var mıydı? (5)
Bu beş sorudan ilk dördüne yanıtın evet, sonuncuya yanıtın hayır ise yüksek bir dikkat taşıdığını kendine söyleyebilirsin.

Ama bundan dolayı içinde kibir yükseliyorsa dikkatin dağılıyor demektir sevgili okuyucu.
Şimdi dikkati toplamak için de üç pratik öneri sunacağım. Dikkatinin çalışması için zihinsel, duygusal ve içgüdüsel konuşmalardan uzaklaşman gerekir. Dikkatimizi dağıtan üç merkez sürekli zihnimizi meşgul etmeleridir. Bu meşguliyetten şu üç egzersizi kendince istikrarlı şekilde uygulayarak kurtulup dikkatini çalıştırabilirsin.


A.Vücuduna odaklan. Vücudunu dikkatin ile tara, ayak uçlarından tepene kadar kendini hissetmeye çalış. Bunun için günde 10 dakika vakit ayırarak dikkatinin güçlenmesine katkı yapabilirsin.


B.Nefesine odaklan. Vücutta olduğu gibi nefese de odaklanmak zihnimizdeki konuşmaların sona ermesine ve anda olanlara odaklanmamıza (dikkatin çalışmasına) kapı aralar. Günde 10 dakika nefes alıp vermeye odaklanmak dikkatimizin güçlenmesine katkı yapar.


C.Algıya odaklan. Beş duyu organımız sürekli olarak algılar, ancak dikkatimiz çalışmadığı için bu algıları genelde hissetmeyiz. Sese, ışığa, eşyaya, manzaraya, kokuya, tada odaklanmak dikkatimizin gelişmesine katkı yapar. Yemeğin tadı, çeşmeden akan suyun sıcaklığı, ortamdaki kokular, temas ettiğimiz eşyanın sertliği, ortamdaki ışıklar ve sesler dikkat ve farkındalık için içimize çekercesine algılanmalıdır.


Bu egzersizleri karma olarak da günde 10 dakikalık süreyle yapabilirsiniz. Daha sonra da bu egzersizi günün daha fazlasına yaymaya çalışmalısınız. Konuşan kişinin ses tonundan bir arkadaşınızın parfüm kokusuna, yemeyin tuzundan güneş ışıklarının yükselip alçalmasına kadar gün içinde odaklanabileceğiniz birçok algı olacaktır.


Düşük dikkatli bilinç düzeyine ego diyoruz. Ego düzeyinde bilişsel fonksiyonlarımız işlev kaybına uğramıştır. Sağlıklı düşünemeyiz, algıların çoğuna karşı duyarsız kalırız, objektif algılayamayız, diğerlerini zaman zaman yok sayarız. Ego sürekli sadece bir şeye odaklanır (özdeşleşme) ve başka algılarla ilgisinin dağılmasını istemez. İlginin başka algılar tarafından dağıtılması egoda stres ve öfke oluşturur. İstenmeyen algılar ilginizi dağıtıyor, stres ve öfke oluşturuyorsa o an dikkatinizin düşük olduğunu hatırlayıp birkaç nefes alarak dikkatinizi yükseltmeye çalışın.


Algıya odaklanmak, zihinsel konuşmalara ara verdirir ve gerçeklerle tanışma fırsatını yakalarız. Yukarıda önerdiğim üç egzersiz de algıya odaklanmayı farklı şekilde domine eder. Dikkatin yükselmesi, sadece mental zekamızın (IQ) değil duygusal zekamızın da (EQ) aktivitesini artırmasına kaynaklık eder.


Dikkat düzeyine göre insanı 4 düzeyde ele alıyoruz. 1.0 gece uygusundaki insan, 2.0 gündüz uykusundaki (egoyla özdeşleşmiş), 3.0 uyanmış insan (kendisinin ve çevresinin farkında olan) ve 4.0 objektif insan (evrenle uyumlu).
2.0’da lider olamazsınız, 4.0’da liderliğe ihtiyaç duymazsınız.


Liderlikte an’a odaklanmanın verimliliğini ve coşkusunu keşfederseniz, bunu ilham olarak çevrenize yansıtmamanız mümkün değil.

 

Dikkatinizin daima sizinle olması dileğiyle sevgiler sunarım.

Dr.Abdurrahman Subaş
Eğitim ve Yönetim Bilimci

Ücretsiz Dinamik Duygusal Zeka Raporu almak için tıklayınız.>>>

NİÇİN ENNEAGRAM, NASIL ENNEGRAM

Enneagram Türkiye’de sanırım milenyum başında gündem olabilmiş bir konu. Türkiye’de çeşitli kişiler Enneagram üzerine çalışmalar yapsa da bilimsel çalışmalar çok genç diyebiliriz. Enneagram üzerine yapılan çalışmalarda en önemli tartışmalardan birisi açıklanan yapıların kişilik mi mizaç mı olduğu üzerinedir. Aşağıda niçin Enneagram kullanmamız gerektiğine dair ve Enneagram kişiliğimizi oluşturan yapıların mizaç olduğuna dair Don Richard Riso Ve Russ Hudson’un “Enneagram ile Kişilik Analizi” isimli Türkçeye çevrilmiş kitabından bölümler aldım. Metinlere hiçbir şekilde müdahale etmedim. Zira bu konuda literatürü incelemeden Enneagram yapılarındaki mizacı ilk bulanın kendileri olduğunu ilan edenler var. Enneagram 3000 yıllık sözlü gelenekle gelen ve 1900’lü yıllarda batıda bir kişilik modellemesi olarak ele alınan bir disiplindir. Enneagrama göre kişiliğimizi oluşturan en önemli yapı kalıtsal olarak bünyemizde bulunan mizacımızdır. Şüphesiz kişiliğimiz sadece mizaç tarafından etkilenmiyor, ancak kişiliğimizdeki en kararlı ve etkili yapı mizaçtır. Sizleri Riso ve Hudson’un kitabından alıntılarla başbaşa bırakıyorum (Dr. Abdurrahman Subaş):

ENNEAGRAMIN ÖNEMİ

Enneagramdan yararlanabilmek için bu sisteme ucu açık bir görüşle yaklaşmak gerekiyor. Sistemin yardımı ile kendimizi gözlemlemeye başladığımız zaman nasıl ve neden kendimizden kaçtığımızı göreceğiz. Bu arada bizi rahatsız eden veya kendimiz hakkında oluşturduğumuz imaja uymayan şeyler keşfedebiliriz.

Önemli olan kendimizi yargılamamamız ve suçlamamamızdır. Tarzımızı inceledikçe kişiliğimizin çok küçük yaşlarda savunma amacı ile oluştuğunu anlayacağız. Uzun yıllardır bu kişilik özellikleri ile yaşıyoruz ve belki de artık bazılarına ihtiyacımız yok. Eski alışkanlıkları terk edip Enneagramın işaret ettiği sağlıklı seviyelere çıkabiliriz. Bu çalışmada üç aşama söz konusudur. İlkönce, davranışlarımızı nesnel (tarafsız) bir şekilde görebilmek için kendimizi gözlemlemeyi, İkincisi, davranışlarımızın arkasında yatan güdüleri bilebilmek için kendimizi anlamayı, üçüncüsü, dönüşüm sürecini kolaylaştırmak ve derinleştirmek için farkındalığı ve var olmayı öğrenmeliyiz. Kendimizi gözlemleyerek ve anlayarak bir miktar anlayış kazanabiliriz, ama dönüşümü yaratabilmek için var olmak ve farkında olmak gereklidir. Kendimizi tam anlamıyla ortaya koyma yeteneğini geliştirmedikçe yaşamımızın dönüşüm anlarının etkisi sınırlı olacaktır.

Enneagram yalnızca kendimizi anlamak ve dönüştürmek için değil, aynı zamanda başkalarını da anlamak içindir. Enneagram ile diğer insanların düşüncelerine, korku ve arzularına, değerlerine, güçlü ve zayıf yönlerine erişebilir ve onları şefkatle kucaklayabiliriz.

Kısacası, kendimizinkinden değişik bakış açılarını takdir etmemiz kolaylaşır. Başkalarını derinliğine anladığımız zaman yalnızca onların iyi yönlerini takdir etmiyoruz, aynı zamanda onların beğenmediğimiz yönlerine de nesnel bir şekilde bakabiliyoruz.

Aslında Enneagram ilişkilerde çok önemlidir. Başkalarının çeşitli koşullarda nasıl tepki verdiğini, nelerin onları motive ettiğini, ne kadar samimi veya içten veya dürüst olabileceklerini bilmeden yaşamımızı sürdüremeyiz.  bilinçli olmasa bile ilişkilerimizde bir çeşit “ kişilik kuramı” kullanmaktayız. O zaman bu kuramımızın kapsamını ve hassaslığını kontrol etmekte yarar vardır.

Benliğimizden ve iç çatışmalarımızdan- içimizdeki karanlıktan ve korkudan- kurtuldukça ışığa doğru yol alacak, özgürleşecek ve yeni yetiler oluşturacağız. Güce güç, erdeme erdem ekleyerek ve her yeni yeti ile özümüze, olmamız gereken kişiliğe ulaşacağız. Sonunda, Enneagramı ne denli doğru anlar ve ne denli yerinde kullanırsak ondan o kadar yararlanabiliriz. Bu sistemde sonsuz anlayış ve büyük zenginlikler bulacağımıza emin olabiliriz.

Tarzımızı tanıdıkça ve onun çalışmasını izledikçe kişiliğimizin saklı kalan özellikleri belirginleşir ve gevşemeye başlar. Kendimize daha geniş bir açıdan bakmaya başladığımız için hareket edebileceğimiz ruhsal alan da genişlemiştir. Enneagramın ana unsurlarından biri, kişiliğimizin bizi aldatan yönlerine gözümüzü açmasıdır. Olasılıklar, gereksiz ve kendini yaralayıcı davranışlar ve tepkiler öne çıkar. Tarzımızın hem olumlu hem de olumsuz yönleri vardır; bunları yüceltmenin veya ayıplamanın ya da başkalarının yargılamak için kullanmanın hiçbir yararı yoktur.

Kişiliğimizin yapısı aynı zamanda, gerçek doğamızın önündeki ana engelleri bize gösterir. Bu yüzden Enneagram doğru algılandığında ruhsal ve tinsel gelişme için olağanüstü bir yöntemdir: Çok daha canlı bir yaşam sürdürmemizi önleyen bilinçdışı yönlerimizi ortaya çıkarır. Mutluluğa erişmenin önündeki engelin kişiliğimize olan sıkı bağlılık olduğunu gösterir.

Kabul edilmesi zor olabilir ama kişilik, yani benlik ve onun yapısı yapay bir oluşumdur. Gerçek gibi gözükmesinin tek nedeni, onun bizim için tek gerçek olmasıdır. Şimdiye dek kişiliğimiz ile özdeşleşerek yaşadık. Kişiliğimiz bizim için, yaşamda yol almamızı sağlayan çok yararlı ve değerli bir arkadaştı.

Anlayışımız derinleştikçe bu sefer başka şeylerin farkına varmaya başlarız: Kişiliğimizin aslında geçmişten ve özellikle çocukluğumuzdan gelen alışkanlıklar, derinlemesine yerleşmiş inançlar, savunma işleyişleri ve tepkiler birikimi olduğunu göreceğiz. Kısacası, kişiliğimiz geçmişin bir işleyişidir, bize bugüne kadar yardım etmiş ama artık sınırlamaları ortaya çıkmış bir işleyiş. Her birimiz kimlik yanılsaması içindeyiz, Öz Doğasını unutmuş ve kişiliği ile özdeşleşmiş bireyleriz. Kişiliğin savunmalarını ve onun sakladığı incinebilirlikleri keşfetmeliyiz. Böylece Temel doğamızı, tinsel özümüzü, yeniden yaşayabilir ve gerçek kimliğimizi tanıyabiliriz.

Dikkatimizi var olana yönelttiğimiz zaman anın duyularının ve izlenimlerinin farkında oluruz. Ve çok ilginç şeyler olmaya başlar. Yaşanan ana dönüş, farkındalığımızın artmasına neden olur. Kişiliğimizin dar kaygılarının ötesine geçer, doğamızın varlığını bile bilmediğimiz yönleri ile yeniden bağlantı kurarız.

Bir, kişiliğimizin ötesinde bireyleriz. Gerçek Nefsimiz ve kişiliğimiz aynı şeyler değil. Yaşanan anda var olmanın niteliği bu ikisi arasındaki dengeyi sağlıyor ve gerçek doğamızın özelliklerini kucaklamamıza olanak tanıyor. Kişilik otomatik bir olgu: Aynı sorunları yaratmayı sürdürüyor. Ama farkındalık arttıkça otomatikleşme azalıyor. Kişiliğimizin işleyişinin farkına varırsak otomatik olayları önlemiş oluyoruz.

Enneagram gerçek kimliğimizi ortaya çıkararak içimizdeki soyluluğu ve tinsel gizilliği (potansiyeli) görmemizi sağlıyor. Kişiliğimizin yüzeysel ve otomatik yönü ile Özümüzün, yani Gerçek Nefsimizin, zenginlikleri arasında ayırım yapmamıza olanak tanıyor.

TARZIN KÖKENLERİ: MİZAÇ

İnsanın kişilik tarzının nasıl oluştuğu bilinmiyor. Kalıtımın ve erken çocukluk zamanlarında anne baba ile (veya diğer önemli kişilerle) olan ilişkilerin en önemli iki etken olduğu varsayılmaktadır; buna rağmen bu iki unsurun çok karmaşık olduğu ve bilim tarafından tam anlamıyla anlaşılmadığı da açıktır. Kalıtım bize temel bir mizaç veriyor; anne babalarımızla olan ilk ilişkiler ise bu mizaç eğilimini belirginleştiriyor ve yaşama hazırlanırken ne denli sağlıklı olacağımızı etkiliyor. Doğal olarak tarzı etkileyen daha birçok öğe var ama konumuz ile ilintili olmadığı için pratik açıdan bunlara burada yer vermeyeceğiz. Her insanın bir temel kişilik tarzı vardır; bu tarz nefsi ve başkalarını anlamada kullanacağımız bir anahtardır.

Çoğu Enneagram öğreticisi tarzın kökeninin bilinmediğini kabul eder. Tarzımızın kısmen kalıtımsal, kısmen doğumdan önce gelme, kısmen ise öğrenilmiş, koşullanmış olduğu açık gibidir. Kişiliğimizin hepsi değil ama bir kısmı doğumla oluşmaktadır. Anne babalık bu konuda önemli bir yer tutmaktadır ama kanımıza göre, bir çocuğun hangi tarz olacağı anne babalık ile saptanmıyor.

Anne babanın kişilik tarzları kesinlikle çocuğun kişilik tarzını “yaratmıyor.” Eğer kalıtım kendi başına tarzı saptıyor olsaydı bir anne babadan doğma tüm çocukların aynı kişilik tarzına sahip olmaları gerekirdi veya bu anne babadan daha çok bazı tarzlarda çocuklar doğuyor olurdu. Anne babanın tarzlarına bakarak çocuğun tarzını tahmin etmeyi olanaksız kılan bir kalıtım değneği var gibi gözüküyor. Neyse ki Enneagram bilgisini veya herhangi bir tipolojiyi veya yöntemi temel alarak izleyen nesilleri saptamak için bir “ tarz mühendisliği” söz konusu değildir.

Tarzın gelişmesine yol açan içsel ve kalıtımsal yapılara kişinin mizacı deniyor. Diğer bir deyişle, ailemize belirli bazı kartlar dağıtılmış olarak geliriz ve bu temel taşları en iyi şekilde kullanma yollarını bulmalıyız. Tabii ki mizacımızı biz bilinçli olarak seçemiyoruz, anne babamızın da bu konuda bilinçli veya bilinçsiz bir seçimi söz konusu değil. Kişilik tarzımız ile ilgili bilinçli seçimlerimiz daha sonra gelişmemiz sırasında ortaya çıkıyor ve kimliğimizin, özellikle belirli hislere ve özelliklere izin veren veya onları engelleyen “ nefis algılamamızın” oluşmasını sağlıyor.

Mizaç, yaşamın ilk evrelerinde kendini genellikle üç şekilde gösterir; bilim insanları mizaç tarzlarını “ yüksek seviyede tepki verenler,” “ düşük seviyede tepki verenler” ve “ ara seviyede tepki verenler” olarak ayırır. Enneagramda bu üç grup Hornevian Gruplara karşılıktır- yüksek seviyede tepki verenler agresifler (girişkenler), düşük seviyede tepki verenler içine kapanıklar, ara seviyede tepki verenler ise boyun eğenlerdir. Örneğin, Sekiz’ler, Yedi’ler ve Üç’ler açıkça bol miktarda enerjiye sahip, dünyada olup bitene hevesli- ve bazen hiperaktif (aşırı hareketli)- yüksek seviyede tepki veren bireylerdir.

Mizaç konusu çocuk gelişiminin başka bir sorununa da ışık tutmaktadır:

Çocuğun mizacı ile anne babanın mizacı arasındaki uyum. Yüksek seviyede tepki veren bir çocuk, düşük seviyede tepki veren veya enerjilerini kısıtlayacak şekilde bir nevroza saplanmış ve dolayısıyla işlevselliğini yitirmiş anne babalar için zor bir durumdur. Tam tersi de doğru olabilir: Anne babalar yüksek seviyede, çocuk düşük seviyede tepki veren olabilir. Yinelemek gerekirse nesiller arası mizaç uyumu dikkate alınmazsa zorluklar çıkarabilir. Temel sorular şunlardır: “Anne baba ve çocuk arasındaki mizaç uyumu nedir? Çocuğun ihtiyaçları ile anne babanın ihtiyaçları ne denli uyuşuyor? Anne babanın çocuklarından beklentileri, çocuğun mizacı ile karşılaştırıldığında ne kadar gerçekçidir? ‘Kötü’ bir mizaç uyumu olduğu zaman çocuk nasıl onaylanacak ve yansıtılacak?”

Anne babalar tarzı veya mizacı saptamıyorlar ama çocuğun genel kişilik örüntüsünün belirginleşmesinde, özellikle bilinç ve kimliğin belirdiği gelişme seviyelerinin saptanmasında çok önemli bir rol oynuyorlar. Anne babalarımız tarzımızı saptamıyor olabilirler ama tarzımızın içinde ne denli sağlıklı olduğumuzu saptıyorlar.

Örneğin, işlevselliğini yitirmiş bir aileye doğmuş bir çocuk kendini savunmayı ve bu işlev bozukluğunun derecesine göre kimliğini oluşturmayı öğrenmek zorunda olacaktır. Yıkıcı, taciz eden, ihmalkâr anne babalar, çocuğun yapmak zorunda olduğu uyarlamaları tabii ki etkileyeceklerdir. Çocuğun Temel varlığı büsbütün içine kapanacak ve olağandan daha fazla savunulmak zorunda kalacaktır.

Çocuklar anne babaların işlev bozukluğunun derecesine göre kendilerini savunmak için “kapanırlar.” Bu kapanma derecesi çocuğun içinde bulunduğu Gelişme Seviyesinden anlaşılır. Böylelikle, aynı temel mizaca sahip iki çocuk, ailelerinin sağlık seviyelerine göre değişik Gelişme Seviyelerinde yer alırlar. Daha işlevsel olan ailenin çocuğu daha üst Seviyede olacaktır.

Enneagram üzerindeki çalışmalarımız böylelikle, anne babalığın (ve sağlık, eğitim, kaynak geçerliliği gibi diğer çevre unsurlarının) niteliğinin çocuğun işlevsellik seviyesi üzerinde muazzam etkisi olduğu gözlemini doğrulamaktadır. Kişinin tarzının, çocukken tabi olduğu anne babalık niteliği ile hiçbir bağlantısı yoktur.

Öte yandan Gelişme Seviyelerini inceleyerek bir çocuğun, ailenin durumuna kendini uyarlayabilmesi ve ailede güvenli bir yer edinmesi için ne denli savunmaya ihtiyacı olduğunu görür ve dolayısıyla ailenin işlev bozukluğunun derecesini anlayabiliriz.

Not: Metin, Don Richard Riso ve Russ Hudson’un “Enneagram ile Kişilik Analizi” kitabından alıntıdır.