Paradigma Sendromu: Bir Dönüşüm Çağrısı

                                                               “İnsan neye hazırsa, sadece onu görebilir.” Ralph Waldo Emerson

Her asırda insanoğlunun yükselen hayretini ifade eden, “Bilhassa son yıllarda, medeniyetinin baş döndürücü gelişmeleriyle yüzleşiyoruz” şaşkınlığı hiç de dinecek gibi görünmüyor.

Bazen bütün insanlık bir insanın yaptıkları karşısında hayrete düşerken, bazen de bir insan bütün insanlığın yaptıkları karşısında hayrete düşmüştür. Hayrete düşenlerin ve düşürenlerin sayısının ne önemi var; bizi asıl hayrete düşürenin Platon’un Mağara Alegorisiyle anlattığı algı duvarlarımız olduğunu idrak etmedikçe.

İnsanlık sadece hayrete düşmekle kalmamış, düştüğü hayretleri tanımlama, açıklama ve onarma ihtiyacı içine de düşmüştür. Ancak insanın en başarısız olduğu konu kültürel, bilimsel ve teknolojik gelişmelere rağmen yaşadığı hayretlerin onda yarattığı sendromlarla mücadeledeki yetersizliğidir. Baş döndürücü olan bir şey varsa o da insanın bu konudaki başarısızlığıdır.

İnsan; yarattıklarıyla, dışındaki dünyayı değiştirme telaşından olsa gerek, içindeki gelişim ihtiyacını göz ardı etmiştir. Dış dünyayı keşfetme ihtiyacı, iç dünyasının karanlık kalmasına sebep olmuştur. Bu keşmekeş içindeki insanın problemlerinin, çok bilinen denenmiş yollarla çözülemeyeceği aşikârdır. Şöyle ki:

Lidyalılar parayı bulmadan önce de, paranın icadından sonra da, kapitalizmden önce ve sonra da insan sonsuz ihtiyaç! ve arzularının kurbanı olmuştur. Tekerleğin, paranın, kapitalizmin, makineleşmenin ve bilişimin (bunlara bağlı diğer kültürel ve teknolojik gelişmelerin) sebebi insan aklının yüceliğinin bir sonucu değil, onun ihtiraslarının bir sonucudur. İnsan aklını kullanarak bunları zaten bulacak, geliştirecek ve kullanacaktı. İnsanın varlığının sebebi bunlar olamazdı. Çünkü insan bunlarla bir varlık kazanamazdı. Ancak insan bunu idrak edemiyordu.  Üstelik kazandığı hiçbir şeyin kendine yâr olmadığını, her gün başkalarının kayıpları üzerinden, deneyimlemesine rağmen. İnsanın kaybı, diğerlerince bir sendrom olarak tanımlanmış ancak asıl sendrom üreten büyük sendrom göz ardı edilmiştir.

İnsanın ve insanlığın hikâyesi dramatiktir ancak baş döndürücü değildir. Dramatiktir, çünkü insan kendine yenilmiştir. Baş döndürücü değildir, çünkü geliştirdiği hiçbir şey insanlık için kalıcı bir huzur atmosferi yaratmamıştır.

Tam bu noktada yine insanın ihtiraslarından kaynaklanan bir hususa dikkat çekmek istiyorum. Egosunun esiri olan insanın tekelleşme gibi bir dürtüsü vardır. Tekelleşme dürtüsü, insanlığın gurur vesilesi gördüğü bilimsel düşünmede ve bilimsel yöntemde de devam etmektedir. Belki de insanın kendine yenilmesinin en büyük sebebi budur. Geliştirdiği düşünme (akıl, mantık, bilim) sistemleri de tekelleşme dürtüsünün esareti altındadır.

Bu insanlığın belki de en büyük sendromudur. Bu büyük sendromu aşmadan, sürekli kaybedeceğiz, kayıpları çeşitli kavramlarla tanımlayacağız, tanımladığımız problemlere çözümler arayacağız.

Bilimsel düşünmenin bir önermesinde, sorun üreten bir sistemde, sorunun nedenleri çözülemezse sistemin sürekli sorun üretmesi öngörülmüştür. İnsanoğlu, kendisinin sorun üreten bir sisteme sahip olduğunu göremezse, kültürel ve teknolojik gelişmeler onda yeni sendromlar üretecektir. Problemlerin, sendromların tanılanıp çözümü daha insana ulaşmadan yeni gelişmeler yeni problemler üretecektir. Bu nedenle insanın hikâyesi dramatiktir.

Tam bu noktada sosyal bilimcilerin hepsine bir ödev çıkmaktadır. Bu ödevin ne olduğuna aşağıdaki sorular çoğaltılarak yanıt aranabilir.

Sorun üreten geleneksel tutumlarımızla yola devam mı edeceğiz yoksa bütün yöntem ve söylemlerimizi gözden mi geçireceğiz?

İnsanı iç ve dış dünyasıyla birlikte ele alıp, dış gelişimi kadar içsel zenginliğini geliştirmeyi de görev edinecek miyiz? Yoksa mağarasından çıkamayan insanın, mağaradaki arzu ve ihtiyaçları için satış yapmaktan memnuniyet duyan tüccarlar olmaya devam mı edeceğiz?

Değişimi benimsersek, geliştireceğimiz araç ve yöntemleri tekelleştirmeye devam edecek miyiz?

Bilimin kendisinin “pozitivist bir tekelleşmeye” dönüştüğü asrımızda, insanın spritüel (metafizik) potansiyelini nasıl inceleyip, ihtiyaçlarını nasıl karşılayacağız?

İnsanı sadece bir beden ve bedenin ürettiği psikolojiden ibaret gören bütün yaklaşımlar, tarihten beri acı çeken insan sayısı kadar yenilgiye uğramıştır. Yenilgi sayısı artan nüfusla orantılı olarak büyümektedir. Bu yenilgiden kurtulmanın zamanı belki de hiç gelmeyecek, çünkü bu ihtiyacı belki de hiç hissetmeyeceğiz.

Kendini fiziksel âlemle sınırlandırmış insandaki ego’nun, reptilian, neokorteks ve limbik sistemde bir kısım nörolojik prosedürlerin ürettiği farklı yapılara verilen ad olduğunu; bu nörolojik prosedürlerden kurtulunca evrensel prosedürlerle birlikte hareket kabiliyeti kazanabildiğini ne kadar daha göz ardı edeceğiz?

İnsanın diğer bütün sendromları üreten “ego sendromu”na mahkûmiyeti belki de devam edecek. Belki de iç aydınlanma için bir yol arama yerine, ego sendromu etkisiyle “acılarla mücadele” edebileceği yanılgısına devam edecek.

Maddenin arkasında maddeyi yöneten bir kuralın olduğu, maddeyi harekete geçiren bir enerjinin olduğu ve bunların “evrende bir bütünlük içerisinde hareket ettiği zaman insanın acı çekmekten kurtulduğunu” görenlere ve nazarlarını o yöne çevirenlere selam olsun.

Dr. Abdurrahman SUBAŞ  24.10.2017